Röportaj. Kaldıraç Hareketi (Türkiye) Konuşuyor

Röportaj. Kaldıraç Hareketi (Türkiye) Konuşuyor

Günümüzde, küresel düzeyde ve özellikle emperyalist alanda çelişkilerin nasıl daha da keskinleştiğini görüyoruz. Yeni Emperyalist Düzenin hegemonya ve liderlik kavgası, halklara karşı emperyalist savaşların yoğunlaşmasına, dünyanın yoksul halklarının zenginliklerinin yağmalanmasında yeni bir aşamaya, Uluslararası Para Fonu’nun yeni ekonomik düzenlemelerine, yeni bir silahlanma yarışına, çevrenin tahrip edilmesinin ilerlemesine ve tüm bunların bir sonucu olarak insan ölümlerinin artmasına yol açmıştır. Bunun bir sonucu olarak, insanlar yaşamı savunmak için olduğu kadar faşizme karşı da hakları için savaşmaya ve sosyalist bir toplumun inşası ve kendi kaderini tayin, egemenlik ve bağımsızlığın fethi için iktidarı ele geçirmeye hazırlanıyor. Türkiye bir istisna değildir. Cumhuriyetin doğduğu andan itibaren dayatılan faşizm, Erdoğan’la birlikte daha da yoğunlaşmıştır. İşçilere ve devrimci partilere, Kürt hareketine, alternatif ve popüler medyaya karşı zulüm artıyor. Türkiye’deki mevcut gerçekliği anlamak için Kaldıraç Hareketi ile bir röportaj gerçekleştirdik. Röportajın tamamı aşağıda yer almaktadır.

Türk Komünist Hareketi Hakkında

1920’de Türk Komünist Partisi (TKP) kuruldu. Türk Komünist Partisi’nin (TKP) oluşumu için sınıf mücadelesinin bağlamı neydi? Türkiye Komünist Partisi’nde birleşen Türk gerçekliğine özgü ideolojik unsurlar nelerdi?

Evet, TKP 1920’de, Bakü’de kuruldu. Bu Ekim Devrimi’nin dünyayı ve bölgemizi sarsmakta olduğu bir dönemde gerçekleşti. Ancak, süreci buradan başlatmak eksik olur.

Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı döneminde Batılı emperyalist güçlerin dünyayı yeniden paylaşım savaşımına giriştiği dönemde, paylaşılacak ana topraklardan biri idi ve ünlü “Doğu sorunu” olarak bu emperyalist güçlerin masasındaki konu, büyük ölçüde Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşımı sorunu idi. O zamanlar Osmanlı, Kuzey Afrika’dan Mısır’a kadar, Ortadoğu’dan Balkanların bir kısmına kadar geniş bir coğrafyayı kapsamaktaydı.

1870’lerde kapitalist sistem, emperyalist aşamaya evrilirken, tekeller çağı başlarken, Osmanlı sınırları içinde yer alan Selanik (bugün bir Yunanistan şehridir), işçi hareketinin geliştiği illerden biri idi. İstanbul, Bursa gibi illerde de işçi eylemleri gelişmekteydi. Ancak, tüm bu gelişmeler, görkemli sınıf savaşımları olarak ele alınamaz. İşçi sınıfının en gelişkin olduğu Balkanlar bölgesinde, “ulusal kurtuluş” mücadelelerinin oluşumu ve Osmanlı’nın bu ülkeleri kaybetmesi, aslında buralarda gelişen işçi hareketinin, nüve şeklindeki komünist hareketin, İstanbul ve diğer gelişmiş illeri etkilemediğini söylemek yanlış olur.

1870’lerde İstanbul’da, işçi birlikleri, gerçekte komünist düşünceyi içerecek şekilde oluşmaya başlamıştı. 1870’lerde, İstanbul’da idam edilen iki genç işçi, aslında böylesi örgütlenmelerin içindeydi. Bu iki genç işçi komünistti ve Ermeni halkından gelmekteydi.

Osmanlı, o dönemler, yarı-sömürge olma yolunda ilerliyordu. Batı, Osmanlı’yı bir “hasta adam” olarak nitelemekteydi. Sürekli askerî işgallere dayalı olarak büyümüş, yağma ile gelişmiş olan feodal Osmanlı İmparatorluğu, 1800’lerin başlarında, birçok kapitülasyon ile, Batı’nın emperyalist güçlerinin yarı-sömürgesi hâline gelmeye başlamıştı. Ve Osmanlı, bu aynı süreçte, bir halklar hapishanesi hâline gelmişti. Osmanlı’da o dönemler, yüzlerce irili ufaklı halk yaşamaktaydı. Ve bu halkların en gelişmiş olanları içinde komünist bilinç gelişmekteydi. İşçi sınıfının nispeten zayıf olması ve Fransız Devrimi’nin etkisi, bu geniş Osmanlı topraklarında, “ulusal kurtuluş” mücadelelerini körüklemekteydi.

1914’te savaş başladığında Osmanlı, Almanya yanında savaşa girdi. Ve hemen bir yıl sonrasında, Osmanlı toprakları işgal edilmeye başlanmıştı. Emperyalist işgale karşı, dağınık ve küçük çaplı direnişler ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu direnişler, içlerinde komünist bakış açısını taşıyan unsurları içerdiği kadar, dinî bakış açısını da içerebilmekteydi.

Her savaş, aynı zamanda bir iç savaştır. Osmanlı savaşa girdiğinde, bu iç savaşı önceden önlemek için, katliamlara başvurdu. Bu katliamların en çok bilineni Ermeni katliamıdır. 1915 Ermeni soykırımı, daha sonra Süryani ve Pontus soykırımları ile, 1919 yılına kadar devam etti.

Aynı süre içinde ise, içeride komünist organizasyonlar ortaya çıkmaya başlamıştı. Ekim Devrimi etkisini oldukça sıcak biçimde hissettirmişti ve Komünist Enternasyonal, Türkiye’ye bazı kadrolar da göndermişti. 1918’de organize edilmiş olan Yeşil Ordu, aslında Osmanlı’nın kalan topraklarında süren anti-işgal silahlı direnişin örgütlü hâli olmuştu. Normalde Kızıl Ordu olması gerekirken, isminin Yeşil Ordu olması, bu hareketin saf bir komünist hareket olmadığını da göstermektedir. Ancak, Yeşil Ordu, komünist fikirlerin etkin olduğu bir sürece evrilmekteydi.

Bakü’de (Bakü Azerbaycan’ın başkentidir) TKP, 1920’de kurulduğunda, aslında içeride, farklı komünist örgütler de oluşmaya başlamıştı. TKP, 1920’de tüm komünist hareketin birleştirilmesi de demek idi.

Ekim Devrimi sonrasında Birinci Dünya Savaşı son bulmaya başlayınca, Batılı emperyalist işgalciler, işgal ettikleri yerlerden çekilmeye başladılar. Çünkü işgal girişimi, daha şiddetli bir komünist reaksiyona temel hazırlamaktaydı. Aynı dönem, içeride Osmanlı devleti, kendi egemenliğini, gelişmekte olan burjuva kadrolarla paylaşmaya açık hâle geldiler. Feodal gericilik, burjuva gericilik ile anlaşmaya başlamıştı. Batılı emperyalist efendiler, bu yeni burjuva kadrolarla anlaşma yollarını açık tuttular. SSCB’den büyük destekler almış olan Mustafa Kemal hareketi, aslında arka planda emperyalist efendilerle, daha çok İngiliz ve Amerikan emperyalistleri ile iş tutmaktaydı. Ve yeni Kemalist burjuva hareketin ilk işi, Bakü’de kurulan komünist partisinin liderlerini ülkeye davet etmek oldu ve onları, daha ülkeye girer girmez, katletti. TKP, daha kuruluşunun üzerinden 4 ay geçmiş iken, en değerli 15 liderinin katledilmesi ile karşı karşıya kaldı. Mustafa Kemal ve arkadaşları, yeni burjuva ve Batı sömürgesi olan devletleri ile komünist hareketi yasakladılar. Daha kendi burjuva devletlerine “cumhuriyet” adını bile koymadan önce, Yeşil Ordu da içinde, tüm direniş hareketini, az görülmüş katliam politikaları ile imha ettiler.

Bir yandan Komünist Enternasyonal’in ideolojik netliği, diğer yandan anti-işgalci ve silahlı direnişe rağmen, TKP, ideolojik açıdan yeterince net bir komünist örgüt olamamıştı.

Bu süreç, Alman faşizminin yükselişine kadar böyle sürdü ve sonrasında baskı daha da arttı ve komünist hareket, kendini yeniden organize etmeyi başaramadı. Her toparlanma hamlesine, egemen burjuva devlet, büyük bir ideolojik bilinçle ve şiddetle saldırdı.

Türk emperyal tarihi Komünist Parti’nin oluşumunu nasıl etkiliyor? İşçi sınıfı içinde bununla nasıl başa çıkıyorsunuz?

Türkiye Cumhuriyeti, sömürge bir ülke olarak organize edildi. Bir çeşit “ortaklaşa sömürge” gibi var oldu. Bu “ortaklaşa sömürge” olma hâli, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan emperyalist yeni dünya düzeninin bir parçası olarak NATO’ya katıldığında daha da pekişti. TC devleti, ABD isteği ile, 1952’de NATO’ya katılmak için, Kore Savaşı’na asker gönderdi. Bu denli bir sömürge ve özel bir organizasyon olarak organize edildi.

Osmanlı’dan kalan topraklarda TC devleti, bir halklar hapishanesi olarak organize edildi. Diğer halklar, “Türk”leştirilme sürecine tâbi tutuldu. Hitler faşizminin kafatasçı uygulamaları, ülkemizde de ortaya çıktı.

Böylece TC devleti, en başından, (a) sömürge bir ülke, (b) anti-komünist bir devlet örgütlenmesi olarak SSCB’ye karşı emperyalist dünyanın ortak bir çeşit karakolu ve (c) halklar hapishanesi olarak organize edildi. Sınıfların varlığı inkâr edildi ve halkların varlığı yok sayıldı. Bu yolla, Ekim Devrimi’nin halklar üzerindeki özgürleştirici etkisine set çekilmiş oldu. 1952’de NATO’ya girdi ve kendi ordusu buna göre tamamen yeniden organize edildi. Askerî açıdan ABD’nin denetiminde, ekonomik olarak ise Avrupa’nın denetiminde bir “ortaklaşa sömürge” olarak organize edildi.

Bu nedenle, TC devletinin tarihini faşizm ve demokrasi arasında bir gidiş geliş olarak ele almak, tarih bilinci eksikliği olur. TC devleti, en başından beri, bu tarzda organize edildi. Bu durum işçi hareketini de etkiledi. 1952 yılında CIA denetiminde, bugün bile ülkenin en büyük sendikal konfederasyonu olan Türk-İş kuruldu. Sendikal alanda bile, devlet örgütlenmesi en başından devreye sokuldu. Bu nedenle, ülkemizdeki sendikal kontrole, sadece “sendika bürokrasisi” demek yeterli değildir. Bu NATO üyesi ülkelerde var olan bir çeşit Gladio örgütlenmesinin uzantısıdır ve bu nedenle biz, bugünkü devlet-sendika ilişkilerini “sendika mafyası” olarak tanımlamaktayız.

Osmanlı’dan gelen halkların katledilmesi siyaseti, her zaman her türlü kimliği, sınıf savaşımını bölmek için kullanmak üzere TC devletinin son derece bilinçli politikası olarak devam etti, ediyor.

Kendilerini komünist olarak tanımlayan birçok parti var. Bu geniş komünist hareket nasıl ifade ediliyor? Farklılıkları nelerdir?

 Ülkemizde kendisine “komünist” adını takan birçok parti var. Bunlardan legal bir parti olarak varlığını sürdüren TKP, aslında, daha çok “ulusalcı” bir harekettir. Ulusalcı hareket, aslında komünist hareketin burjuva ideolojisini içinde taşıması da demektir. Hattâ, bu hareketlerin, anti-emperyalist bir tutum alacakları bile tartışma konusudur. Elbette üyeleri böylesi bir tutum alabilirler. Ama bu hareketlerin yönetimi, ulusalcıdır ve devletçidir.

Öte yandan, İbrahim Kaypakkaya çizgisinin devamcısı olduğunu söyleyen komünist örgütler de vardır. Bunların samimiyetinden şüphe etmeyiz. Ama buna rağmen, somut durumu doğru kavradıkları, devleti doğru kavradıkları konusunda şüphelerimiz vardır. Biz Kaldıraç Hareketi olarak, bu yoldaşlarımızla birçok işte birlikte olmaktan yanayız.

Ama ülkemizde komünist adını kullanmadığı hâlde, pratik sınıf savaşımında devrimci tutum alan birçok başka hareket de vardır. Bunlarla işbirliğini de önemseriz. Bugün, ülkemizde, biz de dâhil, hiçbir komünist hareket, gelişmekte olan devrimin öncü örgütü değildir. Bunun için “öncülük” üzerine bir tartışma yürütmek yerine, Leninci öncü örgütü mücadele içinde organize etmek üzere, devrimci hareketin ortak mücadelesini önemli görüyoruz. Bu daha işlevseldir.

Eski komünist parti 2017’de yeniden örgütlenmek için 2014’te kendini feshetti. İbrahim Kaypakkaya’nın etkisi altında devrimci komünist partiler, Maoistler ortaya çıktı. İbrahim Kaypakkaya’nın önemi nedir? İbrahim Kaypakkaya hakkındaki pozisyonunuz veya görüşünüz nedir?

Eski komünist partinin kendini 2014’te feshettiği bilgisi, bazı eksik bilgiler içermektedir. 1920’de kurulmuş olan TKP, ülkemizde gerçekleşen 12 Eylül darbesi sonrasında, kendi varlığına 1990’larda son verdi. Bu, biz o hareketi sevelim sevmeyelim, bir likidasyon sürecidir. Ve 12 Eylül bir karşı-devrimdir. Devrimci hareketin her bir unsuru, iktidara yürüme iradesini gösterememiştir. Bu nedenle, hemen her devrimci ve komünist harekette bir çeşit erozyon, bir likidasyon yaşanmıştır. SSCB’nin çözülmesi sonrası bu erozyon, ideolojik alanı da kapsamıştır. Örgütten kaçış ve devrimci mücadelenin gereği olan devrimci yaşamı “unutma”, bu iki etken altında, yani 12 Eylül karşı-devrimi ve SSCB’nin çözülüşü, genel bir hâl almıştır.

Bu nedenle, biz, Kaldıraç Hareketi olarak, kendimizi dar anlamda bir eski grubun, eski bir komünist hareketin devamcısı olarak görmüyoruz. Elbette ideolojimiz, elbette mücadelemiz bu komünist dünyanın içindedir. Tüm devrimci ve komünist tarihi sahipleniyoruz.

Bu açıdan İbrahim Kaypakkaya bizim için, bir devrimcinin egemen karşısında nasıl direnmesi gerektiğini gösteren bir örnek devrimcidir. Bunun gibi Mahir Çayan’ı, Mustafa Suphi’yi, Deniz Gezmiş’i de önemseriz. Devrim için savaşan, devrim için ölen her devrimciye aklımızda bir yer vardır.

Kaypakkaya, 1960 sonlarında ve 1970 başlarında, ülkemiz sol-devrimci hareketini etkisi altına almış olan Kemalist burjuva ideolojisine karşı tutum almış bir devrimcidir ve bu nedenle de bizim için çok önemlidir.

Türkiye’deki faşizm hakkında

Erdoğan faşist ve baskıcı politikalarıyla karakterize edilmektedir. Erdoğan Kürt Halkına karşı soykırımda IŞİD ve «İsrail» ile ittifak kurdu. Kürt Komünist Partisi’ni (PKK) bastırdı ve Abdullah Öcalan’ı HDP partisine karşı da hapse attı. Gazetecileri esir aldı ve Kürt yanlısı gazeteleri kapattı. Faşizm Türkiye’de yeni mi yoksa tarihi kökenleri var mı? Bu kökenler nelerdir?

Evet, Erdoğan, 23 yıldır ülkenin başındadır. Ama biz, Erdoğan’a, ortak Batı’nın bir projesi olarak bakarız. Mesele Erdoğan meselesi değildir. Örnek olsun, ülkemizin egemenleri, iktidar bloku, her zaman devrimci hareket ve Kürt hareketi söz konusu olduğunda, bir bütün olarak davranırlar. Birçok konuda da ayrışırlar. Biri Alman emperyalizminden yanadır, biri İngiliz emperyalizminden, biri Fransız emperyalizmi adına iş görür ve en çok da ABD adına iş görürler. Deyim uygun düşerse, TC devletinin, emperyalist egemenlerden ve onların savaş örgütü olan NATO’dan bağımsız hiçbir kurumu yoktur. Geçenlerde bir İngiliz yetkili, Türkiye’de 77 tane İslamcı tarikat kurduk, demekten kendini alıkoyamamıştır.

İslamcı ve milliyetçi (Türkçü) ideoloji, TC devletinin uzun yıllar, çok uzun yıllar temel ideolojisidir. Bu sadece Erdoğan’a özgü değildir.

Erdoğan, bir NATO ve ABD projesi olarak, BOP projesi için devreye sokulmuştur. ABD, tüm bölgeyi yeniden şekillendirmek istiyor. “Şekillendirmek”, aslında dünyanın yeniden paylaşımı için, SSCB çözüldükten sonra ortaya çıkmış olan savaş anlamındadır. Bu nedenle Afganistan’a “demokrasi” götürdüler. Irak’a “demokrasi” götürmek için 1 milyon çocuğu öldürdü veya sakat bıraktılar. Ünlü Epstein dosyasında, Türkiye’den kaçırılmış 48 bin çocuk yer almaktadır. Dün Şili’de yaptıkları tüm uygulamalar, bizim ülkemizde her gün yaşanmaktadır.

Bu arada PKK, Kürdistan İşçi Partisi’dir. Sizin sorunuzda “komünist parti” olarak geçmektedir. Çok önemli olmasa da düzeltmek isteriz.

Yukarıda, iki yenilgi sürecinden söz ettik ve bunun devrimci hareket üzerindeki erozyonik etkisinden bahsetmiştik. Biri SSCB’nin çözülmesidir ve diğeri 12 Eylül karşı-devrim saldırısıdır. 12 Eylül, ABD tarafından planlanmıştır, gerçekleştirilmiştir. 1984 yılında Kürt devrimci hareketi, bu iki etkiye karşı, olumlu bir etki yaratmıştır ve bu durum bizim için çok değerlidir.

Bugünkü Erdoğan rejimini biz, Saray Rejimi olarak tarif ediyoruz. Saray Rejimi’nde parlamentonun, siyasi partilerin vb. önemi yoktur. Egemenler, bizzat kendileri seçim sandıklarını gömmüşlerdir. Kürtlerin her seçimde elde ettikleri belediyeler, bizzat Saray Rejimi tarafından kayyum uygulamaları ile devletin doğrudan eline geçmektedir. Bu nedenle, ülkemizde demokrasi vb. gibi bir şeyden söz etmek mümkün değildir.

Ama dikkat edin lütfen, dünyanın neresinde demokrasi vardır? ABD’de mi, Almanya’da mı, İsveç’te mi, İngiltere’de mi, yoksa Macronlu Fransa’da mı? Kapitalist sistem artık fazladan ömür süren bir şekilsiz varlıktır. Ve onun yaşadığı her gün, sadece işçi sınıfı için değil, sadece biz komünistler için değil, insanım diyen herkes için bir tehdittir.

Ülkemizde egemenler, tarihlerinin her döneminde, devrimcilere, komünistlere karşı azgınca bir saldırı politikası uygulamışlardır. Bugün de onu yapıyorlar.

Erdoğan’ın başında yer aldığı Saray Rejimi, devletin olağanüstü örgütlenmesidir ve klasik faşizm tartışmalarını aşan bir konudur bu. ABD’deki, Almanya’daki devlet de yakında buna dönüşecektir. Bunun izleri vardır. Trump ile Biden arasında seçim yapmak demokrasi midir?

Bugünkü Saray Rejimi, içeride ve dışarıda savaş politikalarına dayanmaktadır. Bir yandan uluslararası sermaye ülkeyi yağmalamaktadır ve bu yağmayı sürdürmeleri, içeride ve dışarıda savaş politikalarına bağlıdır.

Ancak Türkiye bölgede askeri bir güç olmaya devam ediyor ve Avrupa ile coğrafi sınırı oluşturuyor. Avrupa’ya giriş ülkesidir. Stratejik bir konumdadır. ABD ile yakın ilişkilere sahiptir. Emperyalizmle olan bu ilişki, askeri bir güç olarak durumu, emek hareketinin ve devrimci hareketin gelişimini nasıl etkiliyor?

 Türkiye, bir “ortaklaşa sömürge”dir. Biliyorum, bu kavram, çok tanıdık değildir. Ama, zaten bir süre sonra da geçecektir; ya emperyalist efendilerin birinin sömürgesi olacaktır ya da devrimle sosyalist bir ülke olarak özgürleşecektir.

Bu “ortaklaşa sömürge”, Türkiye’nin askerî olarak ABD’ye, ekonomik olarak da Avrupa’ya bağlı olması demektir. Türkiye’deki hiçbir askerî varlık, ABD ve NATO’dan bağımsız değildir. ABD, Türkiye eli ile, İslamcı saldırıları Avrupa’da planlar ve gerçekleştirirken, aslında Avrupa’daki güçleri eski dönemdeki gibi kontrolü altına almak üzere tehdit etmekteydi. Bu tehdit hâlâ geçerlidir. Ama Türkiye’nin askerî varlığı, ABD’den ve NATO’dan bağımsız değildir, olamaz.

Bugün, dünyada kimine göre zaten başlamış olan, kimine göre gelmekte olan bir üçüncü dünya savaşı dönemi yaşanmaktadır.

Bu savaşta, proletarya, her koşul altında, silahını, kendi ülkesindeki egemene çevirmek zorundadır. Başka türlü barıştan söz etmek anlam ifade etmez.

Biz bu savaşın içindeyiz. Çevremiz savaşlarla çevrili, demek yeterli olmaz. TC devleti bizzat bu savaşın içindedir. Ukrayna’ya İslamî çeteleri gönderiyor, Libya’da savaş alanında ABD emrindedir, Kafkaslarda ABD adına tetikçilik yapmaktadır. Suriye’de işgalci bir güçtür. Kürtlere karşı, kimyasal silah kullanımı da dâhil, ABD emri ile her türlü saldırıyı kundaklamaktadır.

«İsrail»in Filistin’e yönelik soykırımcı saldırıları, dünyanın büyük bir kısmını Siyonizm’in Nazi-faşist karakterini, orada işlenen soykırımı tanımaya zorladı. Filistin’i destekleyen en büyük, en kitlesel kitlesel gösterilerden biri Türkiye, İstanbul’da gerçekleşti. «İsrail»in müttefiki olan Erdoğan hükümeti altındaki bu gösteriyi nasıl açıklıyorsunuz? Bu gösterinin içeriği neydi? Sonra ne oldu?

Tüm dünyanın gözü önünde İsrail, açık olarak Filistin halkına bir soykırım uygulamaktadır. Ve bu soykırım için, Hamas’ın ekim ayındaki saldırılarını bahane etmektedir. Oysa İsrail, bu soykırımı, 50 yıldır uygulamaktadır. Bir işgalciye, bir saldırgana karşı koyan kim olursa olsun, bunu değerli buluruz. Elbette Hamas yerine FHKC’yi kendimize muhatap almak isteriz. Ama bu durum, işgalciye, Neonazi uygulamalarına karşı koyan herhangi bir gücü, sadece bu nedenden dolayı eleştirmemize neden olmaz.

Bugün Türkiye, İsrail’in en büyük tedarikçilerinden biridir. Her gün onlarca gemi ile İsrail’e mal satılmaktadır. Gelen tepkiler üzere Saray Rejimi, bu ihracatı durdurduğunu ilan etmiştir. Ama bugün ortaya çıktı ki, gemiler, rota değiştirmiş, önce Yunanistan limanlarına uğrayarak oradan İsrail’e mal taşımaya devam etmektedir. Kaldı ki Erdoğan, İsrail ile birlikte BOP’un eş başkanıdır, İsrail tarafından “nişan” verilen bir kişidir. Türkiye’de Kürecik üssünde İsrail’e bilgiler verilmektedir. İsrail’in “demir kafes” dediği şeyin işlemesi için Kıbrıs ve Kürecik üsleri çok büyük önemdedir. İsrail savaş uçakları eğitimlerini Türkiye sahasında yapmaktadır. Yani, TC devleti, Saray Rejimi, bir ABD tetikçisi, bir NATO tetikçisi olarak İsrail ile ortaktır. İsrail eli ile uygulanan Filistin soykırımı, tüm Batı’nın ortak programıdır.

Ülkemizde ortaya çıkan protestolar, Filistin halkı ile dayanışma eylemleri maalesef yeterli değildir. Kaldıraç Hareketi olarak Kürecik’e yürüyerek bir protesto gerçekleştirmek istedik. Kürecik İstanbul’a 1000 km’den fazla uzaklıktadır. Bu eylemimize yeterince destek alabildiğimizi söyleyemeyiz. Türkiye solu, ulusalcılığın etkisi ile, İslamî kesimlerden yükselen protestolara mesafeli durmaktadır. İktidar tarafından, İslamî kesimlerin gazını almak için yapılan sahte gösteriler bir yana, samimi olarak bazı İslamî kesimler protestolar yapmaktadır ve bizce bunlar da çok değerlidir. Ama Filistin direnişine destek için, ülkemizde bir grev organize edilebilmiş değildir.

Türkiye’deki sınıf mücadelesi üzerine

Türkiye’deki en zengin %1, gayri safi yurtiçi hasılanın %40’ına sahiptir ve ülkenin %24’ü hatta daha fazlası yoksul kesimdir. Egemen sınıf Türkiye’de kendini nasıl ifade ediyor? Başlıca özellikleri nelerdir? Emek hareketi, işçiler, halk hareketi hangi durumdadır?

Biliniyor, birçok istatistik yalan söylemektedir. Egemen sınıf, tüm dünyada yalanı azgınca kullanmaktadır. Modern kapitalizm, bu nedenle Orta Çağ karanlığından daha beter bir karanlık demektir. Edebiyatta da bu karanlığı görebilirsiniz. Tekeller, bir karanlık gibi insanlığın üzerine çökmüştür.

Söylediğiniz gibi, %1’in yüzde 40’a sahip olması da “en azından” diye nitelenebilir. Ülkemizde 500 büyük firma, ülkenin toplam gelirinin yüzde 45’ini elinde tutmaktadır. Dünyadaki 500 büyük dev firma, dünya GSMH’sinin %39’unu elinde tutmaktadır.

Ama ülkemiz söz konusu olunca, durum biraz daha farklılaşmaktadır.

Son yıllarda, Türkiye, uluslararası uyuşturucu ve kara para ticaretinin önemli bir merkezi hâline geldi. Her gün 30 çocuk kaybolmaktadır. Suriye ve Irak’tan çocuklar, organ ticareti için kaçırılmaktadır. CIA ve MOSSAD operasyonları ile, çocuk kızlar, köle yetiştirme programlarında kullanılmak üzere kaçırılmaktadır. Ülkemizde her gün 3 işçi fabrikalarda iş kazası denilen cinayetlere kurban gitmektedir. Her gün en az 4 kadın öldürülmektedir.

Tüm bunlar, kara para ekonomisinin bir uzantısıdır. Bu kara para ekonomisi, ABD ve Avrupa ile bağlantılıdır. Yani, Batı’dan bağımsız bir durum değildir. ABD ve Avrupa’nın egemenleri, kara paralarını burada yıkamaktadır. Ellerindeki kanı da burada yıkamaktadırlar.

İşçilerin yaşam ve çalışma koşulları hızla kötüleşmektedir. İşçiler günde ortalama 12 saat çalışmaktadır. Açlık ve işsizlik fiilî bir sorun olarak yaşamı tehdit etmektedir. Uluslararası şirketler, korkunç kârlar elde ederken, işçi sınıfı için yaşam çekilmez durumdadır. Deyim uygun düşerse, yaşamak pahalı ve ölüm çok ucuzdur. Sizlere yansıması mümkün değil ama, her gün onlarca işçi eylemi gerçekleşmektedir. Bunu sadece siz değil, ülkemizde yaşayan bir sıradan solcu dahi duymamaktadır. Ve sendikalar, birer mafya örgütü hâline gelmişlerdir. Artık bunlara sendika bürokrasisi demek mümkün değildir. Bir elleri devlette, bir elleri mafyatik örgütlerde olan bu sendikalar, işçi hareketini kontrol altına almaktadır. Sıradan bir sendikalaşma faaliyeti, işçilerin işten atılması ile sonuçlanmaktadır. Bu nedenle, değil siyasal hareket, sendikal hareket bile, yarı gizli yürütülmektedir.

Kapitalizmin dünya çapındaki krizinin kötüleşmesi, baskı ve karşı ayaklanma stratejilerinin artmasına yol açtı. İç düşman fikri güçlenmektedir. İnsan hakları, temel haklar hangi durumdadır? Türkiye’de kaç tane siyasi tutuklu var? Türkiye hapishaneleri vahşeti ve barbarlığıyla ünlüdür.

Haklısınız, küresel kapitalist sistem, bizim için hiçbir zaman demokrasi olmayan burjuva demokrasisini bile rafa kaldırmaktadır. Savaş politikaları ve kriz, her kapitalist ülkede devletin baskı aygıtları üzerine örtülmüş olan kadife örtülerin kalkmasına yol açmaktadır. Tüm Avrupa’yı ele alın, savaş nedeni ile Rusya’ya karşı kampanyalar örgütlüyorlar, Tolstoy’u bile yasaklıyorlar. Bir yanı komiktir, diğer yani trajiktir. Bu trajikomik hâl, aslında sistemin ömrünün sonuna geldiğinin kanıtıdır. Dünyaya bir devrim dalgası saracaktır, bunun izlerini görmek mümkündür. Bu nedenle hiç de kötümser değiliz. Yükselecek olan, devrimci proletaryanın sahneye çıkışı olacaktır. Ve bu kez, dünyanın herhangi bir ülkesindeki devrim, diğer parçaları da hızla etkisi altına alacaktır. Bu duruma her parçadaki devrimci komünist hareketlerin hazır olması gereklidir.

Ülkemizde, hapishanelerin toplam kapasitesi 350 bin kişidir ve tümü ile doludur. Kürt hareketinin on binlerce sempatizanı hapishanelerdedir. Bizim yoldaşlarımız 1 Mayıs 2024’te yasal bir gösteriden hapse atılmışlardır ve suçları bilinmeden, mahkemesiz içeride tutuldular. Gazeteciler, eğer öldürülmemiş iseler hapse atılmaktadırlar. Egemen, bugün, 70 adet, büyük kapasiteli yeni hapishane yapmaktadır. Bu hapishane binaları, bizde adına “beşli çete” denilen büyük, dev inşaat firmalarına yaptırılmaktadır. Bir kadın, bir kameraya hükümeti eleştirdiği için hapse atılabilmektedir ve bu sadece bir örnek değildir. Ülkemizde parlamento artık, apış arasını örten bir yaprak olarak bile iş görmez durumdadır. Sosyal medya kontrol altına alınmak istenmektedir. İnsan haklarından söz etmek, bizde lükstür. Kürtlere karşı kimyasal silahlar kullanılmaktadır. Normal sağlık kuruluşlarında, uluslararası ilaç şirketlerinin ilaçları, açıktan denenmektedir. Hemen her işçi eylemi, her öğrenci eylemi, her kadın protestosu, karşısında polisi, mahkemeleri, burjuva basını ile devleti bulmaktadır.

Türkiye, Avrupa ile Ortadoğu arasında uyuşturucu kaçakçılığında köprüdür. Mafya veya organize suç da güçlüdür. Birçok kez, organize suç ve uyuşturucu kaçakçılığı, Kolombiya ve Nikaragua’da olduğu gibi, karşı-devrimci paramiliter çetelerin yaratılmasının kaynağı olmuştur. Türk mafyası, organize suçu, devletin baskıcı gücüyle nasıl bir ilişki içindedir?

 Evet, Türkiye, uyuşturucu alanında bir köprüdür. Bu Latin Amerika’dan Asya’ya kadar uzanan bir hattır. Bir süre önce, Türkiye’de birçok Afgan, ev satın almaları karşılığında TC vatandaşı oldu. Bunların hemen tümü mafya mensuplarıdır.

Bu trafik, bir uçta İsveç’e, bir uçta Afrika’ya ulaşmaktadır. Ve Türkiye’de, uzun dönem Kürtlere karşı savaş, uyuşturucu paraları ile finanse edilmiştir. Bunun için PKK’yi suçlamaları da devletin bir oyunudur.

Bu göçmen kaçakçılığında, beyaz kadın ticaretinde, çocuk ticaretinde, organ ticaretinde de geçerlidir. Ve tüm bu mafyatik örgütlenmeler, bir uçta uluslararası kartellere bağlı iken, diğer uçta devlete bağlıdırlar. TC devleti bu işin her aşamada içindedir. Hatta bizzat Saray bu işin içindedir. Türkiye, bir kara para aklama cenneti hâline gelmiştir. Birçok liman, turistik bölge, Latin Amerika’dan gelen uyuşturucu için merkez pozisyonundadır. Karayolu da bunun içindedir. Özellikle Afganistan bu konuda önemli bir kaynaktır. Zaman zaman yakalanan bazı uyuşturucu çeteleri, deyim uygun düşerse feda edilenlerdir.

Türkiye ekonomisi, bugün bir uluslararası konsorsiyumun kontrolündedir. Hazine Bakanı, gerçekte onların memurudur. Bu konsorsiyum alacaklılardan oluşmaktadır. Ve bu alacaklı tekeller, bu kara para operasyonlarının içindedir. Ülke ekonomisi büyük ölçüde bu kara paraya dayalı olarak ayakta durmaktadır.

Yeni Dünya veya Emperyalist Düzen için emperyalistler arası bir savaş bir süredir devam ediyor. Bir yanda ABD, NATO ve Avrupa Birliği, diğer yanda Çin ve Rusya. Ukrayna’daki savaş tüm hızıyla devam ediyor ve daha önce de belirttiğimiz gibi Filistin Halkına ve Kürt Halkına karşı soykırım yapılıyor. Afrika’da Avrupa karşıtı, Fransız karşıtı veya sömürge karşıtı duygular yeniden canlandı. Bütün bunlar Türkiye’nin iç siyasetini, yönetici sınıfını ve işçi sınıfını nasıl etkiliyor?

 Aslında yukarıda bu konuda birkaç şey söyledik. Biraz daha açalım.

TC devleti, bu savaşta, bir süredir, tetikçi gibi rol almaktadır. Türkiye NATO ve ABD’nin tetikçisidir. Bugün bizim adına Saray Rejimi dediğimiz devlet örgütlenmesi, bir olağanüstü devlet örgütlenmesidir ve tümü ile bu savaş politikalarına uygun olarak, bizzat ABD tarafından desteklenmektedir. Ve TC devleti, görüntüde, ABD ve İsrail’e karşı yüksek dozda sözler söylese de, bu durumu örtmek, içeride kitleleri kararsız kılmak için sürdürülen bir politikadır. Erdoğan, herhangi bir konuda ne söylerse söylesin, o söylediğinin tam tersini de söylemekten geri durmaz. Bu, halkın aklı ile oynamak gibi bir şeydir.

Bazan bazı Batılı “uzmanlar”, Erdoğan’ın ABD ve İsrail’e karşı olduğunu söylemektedir. Bu, yanıltmak amaçlıdır. Bir süre önce bir İsrailli yetkili, “biz Erdoğan’la birbirimize karşı çok sert sözler söyleriz, ama sonuçta o bize çalışır,” derken, son derece gerçekçidir.

Bugün, Türkiye’nin çevresinde her noktada savaş var ya da savaş konusunda bir gerilim var. TC devleti, Yugoslavya’nın parçalanmasında NATO emrinde son derece aktif rol oynamıştır. Paramiliter sağcı çeteleri devreye sokmuştur. Bugün ABD ve NATO politikaları çerçevesinde, Balkanlarda, Kafkaslarda, Ortadoğu’da, Afrika’da ve hattâ Ukrayna’da iş görmektedir. IŞİD çetelerini bizzat CIA ortaklığı ile eğitmekte ve dünyanın farklı savaş bölgelerine göndermektedir.

Dünya çapında bugün süren savaş, bize göre, SSCB çözülünce başlamıştır. SSCB ortadan kalkınca, ABD hegemonyasını, “dünya imparatorluğu” hayaline taşımak istedi. Bunun için Afganistan ve Irak’ı işgal etti. Ama bu süreç, Suriye savaşında değişti. ABD aslında Suriye savaşını kaybetti. Bugün de Ukrayna savaşını kaybetmiştir. Ama ABD, Ukrayna savaşı yolu ile, tüm Avrupa’nın iradesini teslim almayı başardı. Rusya ve Çin’e karşı, tüm emperyalist dünyayı etrafında birleştirmeye başladı.

ABD hegemonyası çözülmektedir. Bunun her türden işareti mevcuttur. ABD bu hegemonyasını sürdürmek için savaşa başvurmaktadır.

2008 ekonomik krizi, Çin’in dünya pazarına kendi markaları ile girerek, sadece “dünyanın fabrikası” olmaktan öteye giderek bir dev ekonomik güç hâline gelmesi, Rusya’nın ABD savaş politikalarının önünde engel hâline gelmesi, ABD’nin hegemonyasını zorlamaktadır.

Ancak, egemenler asla ve asla iradeleri ile hegemonyalarını devretmezler. Bu nedenle, ABD, kendi Batılı müttefiklerine, Rusya ve Çin’i sömürgeleştirme planını dayatmıştır. Rusya ve Çin, efendilerin masasına kabul edilmemiştir. Efendiler, egemenler, kendi pastalarını kimse ile paylaşma eğiliminde değildir.

Bugün, Rusya ve Çin, sömürge hâline getirilmek istenmektedir. Ve her ikisi de buna karşı direnmektedir. Durum, bir dünya savaşına evrilmektedir. Bu savaşın arka planında, ABD’nin hegemonyasını sürdürme isteği vardır.

Tüm bu durum, kapitalist dünya ekonomisinin krizini daha da derinleştirmektedir.

Türkiye bu savaşta, ABD ve NATO tetikçisidir. Ancak Suriye’deki durum, Rusya’ya yakınlığı vb. bazı açılardan onu zorlamaktadır. Bugün NATO ve ABD, Türkiye’yi İran’a karşı bir savaş için ileri itmek istemektedir. Bunun karşılığı olarak Kürt halkına karşı bir kıyım planını önermektedirler. Ancak yine de Türkiye, tüm heveslerine rağmen, bu savaş konusunda tereddütlüdür. Bu da anlaşılırdır. Zira İran’a karşı savaş, aslında ülke içinde egemenleri çok daha zora sokacaktır.

Savaş politikaları, ülkemizin içinde de savaş politikaları olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, devlet tüm gücü ile her hak aramaya eyleminin karşısına dikilmektedir.

Bizim ülkemizin halkları ve işçi sınıfı, bu savaş politikalarına karşı, kendi örgütlülüğünü geliştirerek, sosyalist devrim stratejisi ile karşı koyabilir. Bunun başka yolu yoktur. Bu da her türden “ulusal sol” anlayışları terk etmek demektir. Her ülkede işçiler, silahlarını kendi egemenlerine çevirmelidir.

Son olarak Türkiye, Kürt askeri güçlerine saldırma bahanesiyle Suriye ve Irak’ta bombalamalar gerçekleştirdi. Suriye’yi işgal etti ve önemli miktarda kaynak çaldı. Erdoğan’ın askeri politikası Yeni Emperyalist Düzen’in tasarımına nasıl uyuyor?

Söylemiş olduğumuz gibi, Türkiye, Suriye’de işgalcidir. Bugünlerde, ABD, İran’ı çevreleme politikası çerçevesinde, Türk askerî gücünün Irak Kürdistanı’na doğru kaydırılmasını istemektedir. Erdoğan’ın, Suriye ile barıştan söz etmesinin nedeni budur. Dediğim gibi, Erdoğan’ın sözlerine bakılarak karar verilemez. Suriye ile barış, gerçek anlamda Suriye ile açık bir konuşma demek değildir. Suriye, Türk askerinin bölgeden çıkmasını istemektedir. Türk askerî varlığı, Suriye topraklarında IŞİD güçleri ile iç içedir. Bu güçler, petrol ticareti, uyuşturucu ticareti, organ ticareti, insan ticareti ile iç içedir. Bu askerî işgal, aynı zamanda kendine has bir ekonomi üretmiştir.

Ve TC devletine, Kürtlere karşı katliam izni verildiği sürece, Türkiye, o bölgede ABD ve NATO’nun her istediğini yerine getirir.

Türkiye, Suriye alanında Rusya’dan gelecek şiddetli bir saldırıdan korkmaktadır. Bu nedenle, Suriye’den Irak topraklarına geçmesi, onun açısından kabul edilemez değildir. Ama her durumda, Kürtlerin katledilmesi politikası devrede olacaktır. Bu politika, ABD ve NATO politikalarından bağımsız değildir. ABD’nin bazı bölgelerde Kürt güçleri ile birlikte hareket etmesi, ABD’nin Türkiye’nin Kürtleri katletmesi politikası ile çelişkili değildir.

Kaldıraç Hakkında

KALDIRAÇ ne zaman kuruldu? Neden kuruldu? Önerisi nedir?

Kaldıraç, bir dergi olarak, 1990’ların ortasında oluştu. Bu tarihler, üç etkenin, üç kuvvetin yaşandığı tarihlerdir. 1980 12 Eylül karşı devrimi, büyük ölçüde devrimci hareketi dağıttı. Bu yenilgi, sokakta, çarpışarak, barikatlar kurularak yaşanan bir yenilgi değildi ve bu nedenle, etkisi çok daha yıkıcı oldu. Bazı dönemler savaşarak yenilmek, savaşmadan yenilmekten çok daha tercih edilirdir. Bu kuvvetlerden biridir. İkincisi, SSCB’nin çözülmesidir. Bu çözülüş, komünist düşünceye karşı derin bir güvensizliğin ortaya çıkması demek oldu. Bu iki tersi kuvvete karşılık, 1990’lar, Kürt devriminin yükseliş yıllarıdır. Ve Kaldıraç, bir hareket olarak bu etkenlerin içinde şekillendi. Elbette amaç, devrimci, Marksist bir hareket oluşturmak ve bu yolla iktidar mücadelesine girmekti.

Kaldıraç’ı diğer devrimci partilerden ayıran nedir? Kaldıraç’ın stratejisi nedir? İktidarı ele geçirme stratejisinin temel özellikleri nelerdir?

Hiçbir siyasal hareketin sözleri ile o hareketin gerçek anlamda anlaşılması mümkün değildir. Bir siyasal hareketin, hattâ siyasal varlık olarak insanın karakterini anlamak için, siyasal hattını anlamak için bakılması gereken şey, eylemidir.

Biz kendimizi, geniş anlamda dünyadaki devrimci hareketin, dar anlamda da ülkemizde farklı dönemlerde farklı örgütlerde kendini ortaya koyan devrimci hattın mirasçısı olarak görürüz. Örnek olsun Che ve Fidel bizim için birer önderdirler. Biz kendimizi Marksist-Leninist olarak görürüz. Çin Devrimi de bizim devrimci tarihimizin bir parçasıdır, Şili’de Pinochet’ye karşı direniş de bizim tarihimizin bir parçasıdır, Spartaküsler de. İnsanlığın köleci toplumdan beri sürdürdüğü isyan, kurduğu sınıfsız sömürüsüz bir dünya hayali, bizi pek çok tanımadığımız yoldaşımızla aynı cepheye koymaktadır.

Ülkemizdeki diğer gruplardan farklılığımızı açıklamak çok uzun bir yazı konusu olur. Bunun yerinin de burası olduğunu sanmıyorum. Ancak temel görüşlerimizi, ilgili herkesin bulabileceği kitaplara sahibiz. Belki oradan bir bilgi edinilebilir.

Bize göre, önümüzde, tüm dünya için, bir sosyalist devrim dönemi var. Bu sosyalist devrimlerin, dünya çapında yayılması, Ekim Devrimi dönemine göre çok daha olanaklıdır. Bunun nesnel olanakları vardır. Öte yandan, sosyalist kuruluş sürecinden komünizme geçme süreci, bugün teknik olarak çok daha fazla olanaklıdır. Ekim Devrimi günlerinde paranın nasıl kaldırılabileceği bir sorun olarak kolay bir şey değildi. Ama bugün, plastik kartlar, bunun için büyük bir olanak demektir.

Elbette, devrim, sadece teknik bir şey değildir. Dünya devrimci hareketinin savaş arkadaşlığına dayalı, mücadeleci bir uluslararası örgütlenmeye ihtiyacı olduğunu söylemek abartı olmaz. Dünyanın herhangi bir ülkesindeki devrim, örnek olsun Şili’deki devrim, çevre ülkelere büyük bir hızla yayılma olanağına sahiptir. Bölgemizde de durum böyledir. Bu nedenle, kendimizi dünya devrimci hareketinin bir parçası olarak görürüz.

Belki de bu kadarı ile, başka partilerden farkımızı ortaya koymuş olmayız. Muhtemeldir ki, daha spesifik örneklere ihtiyaç duyulacaktır. Ama sanırım onlarca hareket ve partiden kendi farklılığımızı anlatmamız da burada ele alınabilecek bir konu değildir.

Biz, ülkemizde işçi sınıfının devrimin öncü gücü olduğunu düşünürüz. İşçi sınıfının yapısındaki değişimlerin, bunun önünde engel olmadığını düşünürüz.

Devrimin bir öncüye ihtiyaç duyduğuna inanıyoruz. Bu, dünyanın her yerinde böyledir. Bu da çelik disiplinli, savaşkan bir devrimci örgüt demektir.

Devrimin gelişiminde birçok katmanın, farklı görüşlerdeki insanların varlığını zenginlik sayarız. Bu nedenle, Birleşik Emek Cephesi’ni savunuruz. Bu sadece dönemsel bir politik manevra demek değildir. Bunu stratejik bir adım olarak görürüz.

Türkiye’de devrimci solun durumu nedir? Geniş bir devrimci ittifak, devrimci partilerin koordinasyonu var mı? Hangisi? Yaklaşımlarınız ve stratejileriniz nelerdir?

Türkiye’de devrimci sosyalistler, komünistler dağınıktır. Bu dağınıklık, uzun tarihsel etkenlere dayalıdır. Ve dahası devrimci hareket, işçi sınıfının içinde etkili bir örgütlülüğe sahip de değildir. Elbette devrimci hareketlerin ortak eylem yürüttükleri bazı koordinasyonları vardır. Bu, genellikle, 1 Mayıs kutlamaları gibi zamanı önceden belli eylemlerde veya ortaya çıkan bazı gelişmelerde işleyiş kazanmaktadır. Kalıcı değildir. Bu nedenle, Birleşik Emek Cephesi’ni özellikle önemsiyoruz. Ülkemizde devrimci sol da dâhil sol, daha çok günlük mücadele temelinde ortak davranışlar geliştirmektedir. Bunu da önemsiyoruz. Bu durum, ortak savaş arkadaşlığı geliştirmeye olanak sağlayabilir. Solun, genel olarak sağa, ulusalcılığa kayışı karşısında devrimci solun, daha stratejik bakış açısı gelişkin değildir.

Devrimci solun, komünist hareketin sorunlarından biri, Komünist Enternasyonal’in olmamasıdır. Kaldirac, uluslararası devrimci veya komünist hareketin durumunu nasıl görüyor? Herhangi bir uluslararası örgütle bağları var mi?

Dünya devrimci hareketinin enternasyonal bir örgütlüğe ihtiyaç duyduğunu düşünüyoruz. Proletaryanın devrimci mücadelesi özü gereği enternasyonalisttir. Ancak bugün böylesi bir uluslararası örgütlenme yoktur. En azından bizim bilgimizin dışındadır. Daha gelişmiş bir hareketin diğerlerine abilik yapması yerine, gerçek anlamda savaşçı bir enternasyonal, büyük bir ihtiyaçtır. Kaldıraç, böylesi bir enternasyonalist örgütlenmenin içinde değildir.

Devrimci enternasyonalizm, devrimci savaş arkadaşlığına dayanır. Kanımızca, ki dünyanın her ülkesindeki durumu bilmekten uzağız, bugün bu noktadan uzağız. Ama yapılacak şeyler olduğu konusunda da netiz.

Devrimci enternasyonalizm, bir savaş arkadaşlığı, yoldaşlığı hatta size uygun düşerse kardeşliği demek olabilir. Ama kardeşlikteki “abi”lik, bu konuda işe yaramaz. Devrimci enternasyonalizmin, bir ülkenin dış politikasına göre ayarlanamayacağını da biliyoruz.

Uluslararası komünist hareketin ve devrimci solun her ülkedeki dağılması, bu devrimci partilerin revizyonizme ve reformizme karşı mücadeleye nasıl yaklaştıklarından kaynaklanmaktadır. Kaldıraç bu konuda ne düşünüyor?

Dünya devrimci hareketinin içinde bulunduğu dağınıklık bir gerçekliktir. Dünyanın hemen her ülkesinde devrimin hızla gelişme olanakları varken, bu dağınıklık, ciddi bir problemdir.

Bunun nedeni, sadece revizyonizm ve reformizme karşı mücadelenin yetersizliği değildir. Devrimci partiler, öncelikle kendilerini ayırmak zorundadır. Küçük ya da büyük partiler ve gruplar olmak değildir sorun. Sorun, aslında devrimci hareketlerin, kendi ülkelerinde de iktidarı alacak devrimci mücadele konusundaki yetersizlikleridir.

Bu elbette reformizme ve revizyonizme karşı mücadeleyi de kapsar. Ama devrimci hareketlerin, kendi ülkelerinde işçi sınıfı içinde kök salmalarında, etkili ve sağlam bir örgütlenme geliştirmelerinde tek engel, reformist ve revizyonist politikalara karşı savaşımın yetersizliği değildir.

Sanıyorum ki, dünya devrimci hareketlerinin, en azından Paris Komünü’nden bu yana süren 150 yıllık mücadeleyi özümsemeleri ve mevcut sisteme karşı devrimci politikalar geliştirmeleri öncelikli bir konudur.

Dünya çapında reformist sol ve revizyonizm, çok eski argümanlarla varlığını sürdürmektedir. Ve doğrusu, dünyanın egemenleri tarafından da rahatlıkla kabul edilmekte, karşı-devrim saflarına kolayca göç edebilmektedirler. Bu aslında, bir yönden bir avantaj da sayılabilir. Birçok durumda maskelerinin düşürülmesi, çok büyük çabaları gerektirmemektedir.

Örgütten ve örgütlenmeden kaçış, devrimi inkâr etmenin, devrimsiz kapitalist sistemi “yaşanabilir” hâle getirme politikalarının yeni biçimi hâline gelmiştir. Burjuvazi kendi “demokrasisini” rafa kaldırırken, sol adına demokrasicilik oyunu, bugün örgütten kaçışa gelmiş durumdadır. Bu durum, ancak işçi sınıfı içinde devrimci örgütlenmenin kök salmasıyla aşılabilir.

Türkiye’de, Orta Doğu’da olanlar, dünyanın yoksul insanları için de, Latin Amerika için de son derece önemlidir. (İlginçtir ki, Nicolás Maduro hükümeti (21. yüzyılın sosyalisti) Erdoğan ile bağlarını güçlendirdi. Aslında, Erdoğan, Rojava’da Kürt halkına karşı en büyük baskı ve askeri saldırı döneminde Venezuela’daydı.) Latin Amerika alternatif medyasıyla bir ilişki geliştirmenin ve Partizan’ın İspanyolca, Portekizce versiyonunun olma olasılığını görmenin önemli olduğunu düşünüyor musunuz?

Özellikle Latin Amerika’da izlediğimiz, örneklerini gördüğümüz, seçimle iktidara gelen solun politikaları, aslında sistemle radikal bir hesaplaşma anlamına gelmemektedir. Buna rağmen, bunların önemsiz olduğunu düşünmüyoruz. Ama bize göre, devrim, siyasal iktidarın alınması ve burjuva devletin parçalanması ile başlar. Egemenin iktidarını parçalamadan, sistemle hesaplaşma gerçekleşemez. Bu nedenle de zaman zaman karşı atakları da görebiliyoruz. Bu, sürmekte olan sınıf savaşımıdır.

Burada, şöyle bir gerçeklik de vardır: Bir ülkede devrimci hareket, örneğin Latin Amerika’da bir ülke olsun, gerçek bir devrim ile iktidarı alma olanağını yakalarsa, bu durumda devrimin diğer ülkelere yayılması için önceden neler yapabilir? Bu, devrimci partinin düşünmesi, ele alması gereken bir sorundur. Dünyanın birçok sanayiinde, aynı anda birçok ülkede bir grev dalgası nasıl örgütlenebilir? Bu da pratik bir sorudur. Dünya kapitalist ekonomisinin gelişmişlik düzeyi bize bunu ciddi biçimde düşündürmelidir. Ama bu bizim, kendi ülkemizde devrimci mücadeleyi ertelememiz anlamına gelmez. Yani bir köşede durarak, dünyada şartların olgunlaşmasını beklemek devrimci bir yol değildir, bundan söz etmiyoruz.

Egemen sınıf, dünya çapında örgütlüdür. Oysa bizim dünya devrimcileri olarak böylesi bir devrimci örgütlenmemiz yoktur (en azından bizde böylesi bir bilgi yoktur). Ülkemizde gelişecek bir sosyalist devrim zafere ulaştığında, emperyalist kuşatma ile karşı karşıya kalacağı bir sır değildir. Bu kuşatmayı yarmak için, bugünden, eşitsiz ama bileşik gelişim yasasını düşünerek, diğer ülkelerdeki devrimci harekete ciddi bir ilgi duymamız gereklidir.

yüzyılda da olsak, kapitalizm var olduğu sürece, devrim, egemenlerin devletini parçalamakla gerçekleşebilir. Latin Amerika’daki örnekleri, mücadele açısından olumlu görüyoruz ama bunlara bir çeşit sosyalizm demekten sakınıyoruz. Bu durum, eğer bir başka Latin Amerika ülkesinde devrimci bir sıçramaya olanak sağlayabiliyorsa, bir katkı sunabilirler. Bu nedenle meseleye, daha geniş sınıf mücadelesi açısından bakmayı yeğliyoruz. Erdoğan ile Maduro’nun gerçek anlamda sıkı bağları olduğunu da sanmıyoruz. Daha çok teatral bir sahne gibidir bu. Devletler arasındaki ilişkileri şekillendiren tuhaf ittifaklar olabiliyor. Bu nedenle, devletlerin tutumlarını ve ilişkilerini temel alarak bir değerlendirme yapmayı çok yol açıcı bulamayız.Örneğin İspanya, İsrail’in soykırımı konusunda tepkiler ortaya koymuştur. Bu durum bizim İspanya’daki devletin gerçek karakterinin değiştiğini düşünmemize olanak vermez. Benzer biçimde Kürt sorunu karşısında Avrupa devletlerinde zaman zaman farklı uygulamalar gündeme gelebiliyor. Ama bunların, bir halkın devrimci mücadelesine destek verdiklerini düşünmemiz hata olur. Çelişkilerin çeşitliliği nedeni ile farklı ittifaklar, geçici ittifaklar ortaya çıkabiliyor.

Bugün, dünyada, devrimci hareketin birçok bölgede bir alternatif medya oluşturması gerektiğine inanıyoruz. Bunun finansmanı elbette başlı başına bir sorundur. Aşılmaz değildir. Latin Amerika’da sanırım devrimci hareketlerin birbirini izlemesi çok daha olanaklıdır. Her şeyden önce dil, buna olanak sağlamaktadır. Ama buna bizim katkımızın olması konusunda bir fikre sahip değiliz.

CATEGORIES
Share This

COMMENTS

Wordpress (0)
Disqus (0 )