Partizan´la Röportaj (Türkiye)
América Rebelde ön açıklama
América Rebelde için Partizan yoldaşlarıyla bu röportajı gerçekleştirmek bir onurdur. Okuyucunun da fark edeceği gibi Partizan, Erdoğan’ın baskı ve faşizmine rağmen Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist’in kurucusu İbrahim Kaypakkaya Yoldaş’ın bayrağını dalgalandırmaktan çekinmeyen, Türkiye proletaryası ve devrimci hareketinin mücadelesinde bir simgedir. América Rebelde’nin enternasyonalist anlayışı, diğer toprakların, halkların, sınıfların mücadeleleriyle bağları güçlendirir. Sadece dünyanın yoksul halklarının, uluslararası proletaryanın birliği hepimizi dünya proleter devriminin yoluna koyacaktır.
Partizan Ön Açıklama
Öncelikle bu röportaj olanağını sunduğunuz için Partizan adına teşekkürlerimizi sunmak isteriz. Röportaj kapsamında hazırladığınız sorularınıza mümkün olabildiğince cevaplar vermeye çalışacağız. Öncelikle Partizan isminin anlamı ile ilgili bir ön açıklama yapmamız yerinde olacaktır. Partizan isminin ülkemizde somut olarak iki karşılığı vardır. Birincisi, Partizan, İbrahim Kaypakkaya yoldaş tarafından oluşturulan Komünist Parti çizgisinde cisimleşen hareketin adıdır. İbrahim Kaypakkaya yoldaşın komünist hattını temsil edenler aynı zamanda “Partizancılar” olarak tanımlanırlar. Tıpkı zamanında Leninistlere Iskra’cılar dendiği gibi. İkincisi, Marksizm-Leninizm-Maoizm doğrultusunda ideolojik-politik yayın yapan teorik dergidir. Partizan esas olarak dergi olmanın ötesinde bir siyasal çizginin adı olarak tanınır.
Röportaj sorularınızın her biri çok kapsamlı cevapları içeriyor. Sorularınıza mümkün olduğunca anlaşılır ama belirli ölçüde de daraltarak cevaplar vereceğiz.
Partizan website: https://www.partizanmlm31.net
Türkiye Komünist Hareketi Hakkında
Türkiye Komünist Partisi (TKP) 1920 yılında kuruldu. Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) kuruluşu için verilen sınıf mücadelesinin bağlamı neydi? Türkiye Komünist Partisi’nde bir araya gelen Türkiye gerçekliğine özgü ideolojik unsurlar nelerdi?
TKP sizin de söz ettiğiniz gibi 10 Eylül 1920 tarihinde Azerbaycan Bakü’de toplanan kongre ile kuruluşunu ilan etti. TKP, kuruluşunda Lenin yoldaş önderliğinde kurulan 3.Enternasyonalin komünist ilkelerini esas aldı.
TKP’nin, kuruluşu öncesinde İstanbul başta olmak üzere Adana, Eskişehir, İzmir ve Karadeniz şehirlerinde kendiliğinden oluşan komünist çevrelerin gerek işçi sınıfı gerekse de aydınlar ve gençlik içinde yürütülen çalışmaları mevcuttu. Çok uluslu Osmanlı devletinin içindeki Ermeni, Rum ve Balkan halklarından devrimcilerin mücadele ve örgütlenme deneyimleri de Osmanlı İmparatorluğu topraklarında komünist hareketin kaynaklarındandır.
Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşında Alman emperyalizminin de içinde olduğu ittifaka bağımlılık ilişkisi çerçevesinde katıldı. Osmanlı İmparatorluğu ve müttefikleri savaşı kaybedince Osmanlı imparatorluğu savaşın galipleri tarafından işgale uğradı. Osmanlı imparatorluğunun 1800’li yılların başlarından itibaren hızlanarak devam eden yarı-sömürge statüsü Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşındaki yenilgiyle birlikte sömürgeleşmeye dönüştü. Osmanlı İmparatorluğu ordusunun (Rusya ile sınır bölgesi olan “doğu cephesi”) Rusya karşısında aldığı ağır yenilgi ve binlerce askerinin Rusya’da esir olarak bulunuyor olması da TKP’nin kurulmasındaki tarihsel-siyasal koşullardan birini yaratmıştır. Ekim devrimi sonrası yükselen devrimci atmosfer komünistlere, esir düşen askerler içinde örgütlenme olanağını yaratmıştır. Kafkasya bölgesinde esir düşmüş Osmanlı askerleri içinde yürütülen komünist ajitasyon ve propaganda ile TKP önemli başarılar elde etmiştir. Bu çalışmalara önderlik eden Mustafa Suphi ve Ethem Nejat yoldaşlar ve diğer komünist kadrolar Anadolu’nun değişik bölgelerini temsilen Bakü’ye ulaşan delegelerle birlikte 10 Eylül tarihinde partinin kuruluşunu ilan ettiler. Mustafa Suphi Yoldaş 3. Enternasyonal sekreterliği görevi de yapmış olan saygın ve seçkin bir komünist önderdir. Partinin kurulduğu tarih Osmanlının yenilgi sonrası sömürge statüsünde, işgal altında bulunduğu ve işgale karşı anti-işgalci nitelikte bir ulusal kurtuluş mücadelesi verilen bir döneme denk gelmektedir. Bu milli mücadelenin Türk komprador burjuvazisi ve toprak ağalarının siyasal-askeri temsilcileri tarafından verildiğinin altını çizmemiz gerekmektedir. Zaten TKP’nin bu özgüldeki hedefi de bu mücadelenin içine girerek süreç içinde önderliğine yükselmek ve milli bağımsızlık programıyla birleşen bir halk devrimini gerçekleştirmekti.
Türk emperyal tarihi Komünist Parti’nin oluşumunu nasıl etkilemiştir? İşçi sınıfı içinde nasıl ele alınıyor?
Bu sorunuzla muhtemelen Osmanlı’nın ilhakçı-işgalci ve eski tip kolonyalist karakterine ve bu durumun işçi sınıfı mücadelesi üzerindeki yansımalarına vurgu yapıyorsunuz. 1923’te kurulan bugünkü Türk devleti emperyalist değil aksine emperyalizme bağımlı yarı-sömürge yarı-feodal bir devlettir. Bu durumda emperyalist olmayan ve emperyalizmle uşaklık ilişkisi geliştiren bir ülkeyi emperyalist olarak değerlendirip işçi sınıfının emperyal politikalara tepkisini değerlendirme konusu yapmak doğru değildir.
Kürt ulusunun ezilen bağımlı konumu ve topraklarının ilhak edilmesi, Kıbrıs’ın ilhakı veya yeni Osmanlıcı hayaller peşinde zaman zaman giriştiği işgal ve saldırganlık eğilimleri bu gerçeği değiştirmez. Osmanlı İmparatorluğu 1800’li yılların ortalarından itibaren kapitalist emperyalist ülkelerin yarı sömürgesi durumundaydı.1918’den sonra işgale uğrayıp bu görece bağımsızlığını da kaybetmişti. Birinci soruda açıkladığımız gibi, bu fiili işgal durumu 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşu ile sona erdi. Yeni kurulan Türk devleti görünürde bağımsız ama emperyalizmin ekonomik-siyasi yarı sömürgesi olmayı sürdürdü. 1910’ların başında Balkan ulus ve halklarının Osmanlıya karşı bağımsızlıklarını ilan etmesine kadar buralar Osmanlıya bağımlı yerlerdi. Osmanlının tarihsel iktisadi sürecinde kapitalizmin dolayısıyla işçi sınıfının ilk nüveleri, mücadele ve örgütlenmeleri buralarda gerçekleşmiştir. Bu gerçeklik sonrasında yapılan bütün devrimci çalışma ve komünist örgütlenmeler üzerinde olduğu gibi sınıf çalışması ve örgütlenme-direniş geleneği, sonraki TKP çalışmaları üzerinde ve komünist kadroların şekillenmesinde belirgin bir iz bırakmıştır.
Kendilerini komünist olarak tanımlayan pek çok parti var. Bu geniş komünist hareket kendini nasıl ifade ediyor? Aralarındaki farklar nelerdir?
Bu durum esasında Türkiye’deki komünist mücadele geleneğinin gücüyle olduğu kadar saygınlığıyla da alakalıdır. MLM ideolojiyle, Demokratik Halk Devrimi, Sosyalizm ve Komünizm programıyla mücadele yürüten Türkiye Komünist Partisi/Marksist Leninist (TKP/ML) yanında modern revizyonist çizgideki eski “Sovyetçi” partiler, Enver Hoca çizgisindeki Hocacı revizyonistler, Troçkist geleneğin izinden yürüyenler veya yarı-Troçkist partiler, yasalcı parlamentarist değişik ideolojik eğilimden kendilerine komünist diyen özünde 2. Enternasyonalci güçler… Kısacası kendilerini komünist parti veya örgüt olarak adlandıran irili ufaklı birçok oluşum söz konusu. Uluslararası komünist hareketin yaşadığı bütün ideolojik çatışmalar, bölünme ve ayrışmalar, bütün siyasal eğilim ve yeni trendler ülkemizde canlı olarak yansımasını bulmaktadır. Siyasal mücadele, örgütlenme ve mücadele geleneği diri ve güçlü olduğu için, ayrıca komünizm ideolojisi bu gelenek üzerinde sürekli hâkim olmasından ötürü devrimci olduğu kadar reformcu-yasalcı siyaset odakları da bu isimle anılmanın onurunu ve ayrıcalığını yaşamakta ısrar ediyorlar. Bu aslında ülkemizin devrimci-komünist geleneği açısından iyi bir şey. Sözgelimi modern revizyonist, bürokratik kapitalist, sahte sosyalist bloğun çöküşünü izleyen dev tasfiyeci dalgayla dünyanın pek çok ülkesinde uzun yılların yaşlı partileri liberalleşip emperyalist-kapitalizme biatlarını açıklarken çoğu adlarındaki komünist sıfatlarını ve sembollerini terk etmişlerdi. Aynı süreçte ülkemizde, başta TKP/ML militanları olmak üzere binlerce devrimci kırlarda, şehirlerde, zindanlarda komünizm için, devrim ve sosyalizm uğruna, orak-çekiçli bayraklarla canlarını feda ettiler. Binlercesi hapishanelere dolduruldu, ağır zalimliklere maruz kaldı ve bedeller ödedi. Bu gelenek devam ediyor. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi “komünist” isimlendirmesi olsa bile MLM ideolojik-politik çizgiyle aradaki fark derindir. MLM’nin kavranışından proletarya diktatörlüğü sosyalizm anlayışına, mücadele taktik ve biçimlerinden devrim stratejisine, savaş ve devrim çizgisinden silahlı mücadele anlayışına, tasfiyeci-yasalcı ekonomizmden devrimci bolşevik-Maoist çizgiye, anti-MLM akımlarla ideolojik uzlaşmacı hattan bunlarla amansız felsefi-ideolojik savaş çizgisine… Kısaca ifade etmek gerekirse fark derindir, esaslı ve uzlaşmazdır. Bu fark kendisini MLM ve komünist olarak isimlendiren yapılar için de söz konusudur…
Eski Komünist Parti 2014 yılında dağılmış ve 2017 yılında yeniden örgütlenmiştir. Devrimci komünist partiler, Maoistler, İbrahim Kaypakkaya’nın etkisi altında kuruldu. İbrahim Kaypakkaya’nın önemi nedir? Başlıca teorik ve ideolojik katkıları nelerdi? İbrahim Yoldaş’ın ideolojisi nasıl uygulanıyor?
Eski komünist parti olarak Türkiye Komünist Partisi’ni (TKP) kastediyorsunuz muhtemelen. TKP ülkemizdeki legal ve reformist, revizyonist bir partidir. Sorunuz içinde karışıklıklar var. Öncelikle var olan bu karışıklığı gidermek gerekir. Ülkemizde İbrahim Kaypakkaya tarafından kurulan Komünist Parti, 24 Nisan 1972 yılında kurulan Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist (TKP/ML)’dir. TKP/ML ile ilgili olarak ayrıntılı bilgilere resmi web sayfası[1] ile İllegal kitle yayın organı İşçi Köylü Kurtuluşu[2] web sayfasından ulaşabilirsiniz. TKP/ML 1972 yılında kurulduğunda kendisini 1920 yılında kurulan TKP’nin komünist çizgisinin devamcısı olarak tanımlamıştır. Sorunuzda bahsi geçen “Komünist Parti”, her ne kadar kendisini 1920 yılında kurulan TKP’yi temsil ettiğini ifade etse de egemen sistem içinde kendisine yer bulan reformist-revizyonist bir oluşumdur. Bahsettiğiniz bölünme süreci bu reformist-revizyonist parti içinde yaşanmıştır. Aslında TKP Mustafa Suphi ve 15 önder kadronun Ocak 1921’de Kemalistlerce hunharca katledilmelerinden sonra önderliği ele geçiren revizyonist, sosyal şovenist ve Kemalizm (Türk devletinin resmi ideolojisi) yardakçısı Şefik Hüsnü sürecinden itibaren komünist-devrimci bir parti olma niteliğini yitirmiştir. Sosyalizmden geriye dönüşle birlikte reformist-revizyonist çizgi, Kruşçev modern revizyonizmiyle biat ilişkisine girmiş ve TKP, sosyal faşist gerici bir niteliğe sıçramıştır. Bu geleneğin şimdiki sürdürücüleri de zaman zaman ayrışmalar, isim değişiklikleri vs. yaşasalar da esas olarak düzen içi reformist ve sosyal şoven siyasette, Kemalist devlet yardakçılığında yollarına devam ediyorlar.
İbrahim Kaypakkaya yoldaş da başlangıçta tıpkı o dönemin tüm devrimcileri gibi Türkiye’de sosyalizmi temsil ettiği düşünülen, dönemin Türkiye İşçi Partisi’nden etkilenmiş ve bu doğrultuda hareket etmiştir. Fakat kısa zaman içinde gerek dünyada ve gerekse de ülke içinde yaşanan sınıf mücadelelerinin yükselen ivmesi, TİP’in reformist-revizyonist ve düzen içi çizgisinin gerçekliğini anlamayı sağlamıştır. İbrahim Kaypakkaya yoldaşın MLM bilimsel teoriyle kurduğu sağlam bağ bu çizgi ile kopuşunu getirmiştir. Bu kopuşla birlikte döneminin MLM’den en fazla etkilenen siyasi akımı olan Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) ve Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) içinde örgütlü bir devrimci kadro olarak çalışmaya başlamıştır. Çok genç yaşına rağmen örgütün Merkez Komite Yedek Üyesi olarak bütün işçi çalışmalarının sorumluluğunu üstlenmiştir. Bir yandan devrimci pratik görevlerini icra ederken diğer yandan devrime kilitlenmiş bir önder kadro olarak hem içinde yer aldığı TİİKP hem de tüm Türkiye sol geleneğinin ideolojik-politik genel kabul görmüş ve fikri hegemonya oluşturan kalıplarıyla köklü bir hesaplaşmaya girişmiştir; devletin niteliği, faşizm, silahlı mücadele ve halk savaşı, resmi tarih anlatısı, Kemalizm (Türk devletinin resmi ideolojisi), Kürt ulusal meselesi ve hâkim sosyal şoven ezberler… Bu meselelerin hepsi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın yoğun polemikler ve ideolojik mücadeleyle geleneksel sol-devrimci hareket ve bu hareketleri ideolojik olarak şekillendiren entelektüellerle ideolojik mücadeleye giriştiği konulardır. Bu mücadele ve yoğunlaşma sürecinde İbrahim Kaypakkaya yoldaş kendi MLM metodolojisini ve önderlik karakterini yaratmıştır. Devrim için üç silahı; parti-ordu ve halkın devrimci birleşik cephesini yaratmanın stratejisini ve ilkelerini ortaya koyduktan sonra her türden oportünizm ve düzen içilikle bağını kopartıp, oportünizmin batağında debelenenlere karşı açtığı isyan bayrağıyla siyasal planlamasına uygun alanlarda halk savaşının fitilini ateşlemiştir. İbrahim Kaypakkaya yoldaşın ortaya koyduğu fikirlerin gücü ve tutarlı-sistematik bütünlüğüyle, MLM siyaset felsefesine hakimiyeti ve metodolojisindeki bilimselliğiyle dönemindeki geleneksel sol ve devrimcilerden yalnızca bir farklılaşmayı değil esas olarak bir sıçramayı, anti MLM geleneksel soldan köklü bir kopuşu ifade etmiştir.
TKP/ML resmi web sayfası: : https://www.tkpml5.net
Erdoğan faşist ve baskıcı tutumuyla öne çıkmıştır. Kürt halkına karşı soykırımda İslam Devleti ve “İsrail” ile ittifak kurdu. Kürt Komünist Partisi’ni (PKK) bastırdı, Abdullah Öcalan’ı hapse attı. HDP’ye karşı kapsamlı saldırılar gerçekleştirdi. Gazetecileri hapse attı, Kürt yanlısı gazeteleri kapattı ve Partizan okurlarını da tutukladı. Türkiye’de faşizm yeni mi yoksa tarihsel kökenleri var mı? Bunlar hangileri?
Bu sorunuza öncelikle PKK’nin Kürdistan İşçi Partisi olduğunu belirterek başlayalım. 1978’de kurulan PKK, sosyalizmden etkilenen bir ulusal kurtuluş hareketi olarak kendisini Kürdistan İşçi Partisi olarak tanımlamıştır. PKK kısaltması Kürdistan İşçi Partisi’nin Kürt dilindeki kısaltılmasıdır; Partiya Karkerên Kurdistanê (PKK).
Sorunuza dönecek olursak, Türkiye’de faşizm kuruluşundan itibaren bir devlet biçimi, egemenlerin bir yönetme biçimi olagelmiştir. Yani birçok oportünist reformist siyasi akımın söylemindeki gibi Erdoğan ve AKP ile oluşan bir sistem değildir. Burada yine İbrahim Kaypakkaya yoldaşın önemi ile karşılaşmaktayız. İbrahim Kaypakkaya yoldaş geleneksel faşizm tahlilinin yarı-sömürge ve yarı-feodal ülkelerde aldığı biçimi somut olarak ortaya koyan dönemin dünya genelinde nadir teorisyenidir. Faşist devlet nitelemesini “finans kapitalin en gerici kesimlerinin iktidarı” olarak emperyalist ülkelerde olabilecek bir devlet-egemenlik biçimi olarak sınırlayan anlayışların dışında bir faşizm tahlili ortaya koymuştur. Emperyalizmle birlikte özellikle yarı-sömürge ve yarı-feodal ülkelerde egemen devlet biçimin parlamenter maskeli de olsa faşist devlet-egemenlik biçimi olduğunu Türkiye özgülünde somut olarak ortaya koymasıyla bu anlamda özel bir yer tutmaktadır.1923 yılında emperyalistler ve işgalci güçlerle yapılan anlaşmalar sonucunda Osmanlı İmparatorluğu’ndan arta kalan topraklar üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş sürecinde önderlik eden Mustafa Kemal’in ismiyle somutlaştırılan “Kemalizm” Türkiye’de devletin resmi ideolojisidir. İbrahim Kaypakkaya yoldaş Kemalizm’i faşizm ve egemen devlet biçimini de faşist bir devlet olarak tanımlamıştır. Bu tanımlamayla İbrahim Kaypakkaya yoldaş yalnızca egemen devletin hakim ideolojisi ile değil aynı zamanda Kemalizme ve Kemalist iktidara ilerici, hatta anti-emperyalist bir nitelik atfeden ilerici-devrimci-sosyalist çevrelerden de ideolojik kopuşu gerçekleştirerek faklı bir konuma ulaşmıştır.
Daha kuruluşunda (1923) emperyalizme uşaklık temelinde yarı-sömürge bir statüde bulunan Türk devletinin tarihi İşçi sınıfına, ezilen yoksul halklara, ezilen ulus, milliyet ve inançlara katliamlar ve soykırım suçlarıyla doludur. 1915 yılında henüz Osmanlı İmparatorluğu olarak varlığını sürdürürken 1,5 milyon Ermeni’yi katlederek dünyanın en büyük soykırımlarından birini gerçekleştirmiş, devamında da sayıları 300 bin civarında olan Pontus-Rum halkı soykırım tarzı bir katliama maruz bırakılmıştır. Yine onbinlerce Hristiyan Asuri-Keldani-Süryani, benzer bir biçimde katliama uğramıştır. 1923 yılında kurulan yeni Türk devleti bu soykırım ve katliamcı pratiği devam ettirmiştir. Kürt ulusuna karşı on binlerin katledildiği (1921 Koçgiri, 1925 Diyarbakır, 1926 Ağrı, 1930 Zilan Deresi, 1937 Dersim bu katliamlardan bazılarıdır.) ırkçı katliamlar ve asimilasyon politikaları, Aleviler gibi azınlık inançtan halka karşı uygulanan sistematik İslam-Sünni baskısı ve katliamlar (1978 Maraş Katliamı, 1978 Malatya Katliamı, 1980 Çorum Katliamı, 1993 Sivas Katliamı, 1995 Gazi Katliamı bu katliamlardan bazılarıdır), komünistlere yönelen devlet şiddeti ve yasaklamalar, demokratik hak ve özgürlüklerin bütünüyle engellenmesi ve demokratik güçlere karşı baskılar, işkenceler, tutuklamalar… Bunlar 100 yaşındaki Türk devletinin rutin politikaları olagelmiştir. Kuruluşundan itibaren ırkçı-şoven ve gerici politikaları referans alan komprador burjuvazi ve toprak ağalarının egemenliğindeki devlet, faşizmi bir yönetim felsefesi olarak benimsemiştir. Kuruluşundaki tek parti döneminden sonra da bu niteliği (1945 sonrası) değişmemiştir. Demokratik hak ve özgürlüklerin kısmi olarak yaşandığı kimi kırılma dönemleri, rejimin geleneksel faşist niteliğini değiştirmemiştir. Böylesi kısa nefes alma dönemleri hem kitlelerin demokratik mücadelesinin yoğunlaştığı ve kendi taleplerini dayatacak örgütlü ve maddi güce dönüştüğü geçici tarihsel kesitlerdir. Böylesi anlarda kitlelerin ortaya koydukları mücadele gücü bir taraftan egemenlere faşist saldırganlıkta geri adım attırmış, diğer taraftan ise kendi iç çatışmalarında yükselen halk muhalefetini rızasını üreterek iktidarları için meşruiyet yaratma ihtiyacına mecbur kalmışlardır. 1980 Askeri Faşist Cuntasından bu yana Türkiye’de Askeri Cuntaya karşı direnen başta TKP/ML güçleri olmak üzere takip eden yıllarda ulusal kurtuluşu için gerilla savaşı yürüten Kürt gerillasına karşı topyekûn bastırma, imha ve tasfiye siyaseti izlemektedir. Türk egemenlerinin siyasi, askeri, idari ve hukuki bütün devlet şekillenişleri bu stratejik faşist yönelim eksenindedir. PKK önderi Abdullah Öcalan’ın tutuklanması da Kürt ulusal hareketinin yasal-legal güçlerine yönelen baskı ve tutuklama politikası da Partizan ve diğer devrimci güçlere ve demokratik devrimci çalışmalara yönelen devlet terörü de esasta bu stratejik faşist devlet aklının ve politikasının bir sonucudur.
Türkiye bölgede askeri bir güç olmaya devam etmekte ve Avrupa ile coğrafi sınırını oluşturmaktadır. Avrupa’ya giriş kapısıdır. Stratejik bir konuma sahiptir. Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkileri yakındır. Emperyalizmle olan bu ilişki, askeri bir güç olma durumu, işçi hareketinin, alternatif, halkçı ve devrimci bir basının gelişimini nasıl etkiliyor? Bunlara yer var mı?
Sorunuzda da belirttiğiniz gibi Türk devleti Amerikan-Avrupa emperyalist bloğunun sadık bir uşağı durumundadır. NATO içindeki 2. büyük orduya sahiptir. Emperyalizme bağımlı yarı sömürge bir uşaklık pozisyonunda bulunsa da ABD emperyalizminin politik askeri planlaması ekseninde hizalansa da kendi tarihsel-bölgesel kimi çıkarları ve güvenliği için zaman zaman emperyalist güçler arası çelişkilerden faydalanmaktadır. Ortaya çıkan fırsatlardan yararlanmaya çalışan, bu amaçla saldırgan-işgalci girişimlerde bulunan bir devlettir. Kıbrıs’ın ilhakı, Suriye ve Irak Kürdistanı’nda giriştiği işgal saldırıları, Ege ve Akdeniz’e yönelik saldırgan politikayı örnek verebiliriz. Her ne kadar efendileriyle dönemsel sıkıntılar yaşasa da Türk devleti kuruluşundan itibaren NATO’nun ve Emperyalist haydutlar sisteminin sadık bir uzantısıdır. Emperyalist güçler bakımından adeta vazgeçilemeyen önemli-stratejik bir güçtür. Ekonomik, askeri, siyasi ve diplomatik olarak bu pozisyonu hiçbir dönem değişmemiştir. Örneğin, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası 1960 ve 1980 yıllarında iki askeri darbe, 12 Mart 1971’de askeri muhtıra, doğrudan ABD yönlendirmesi ve desteğiyle gerçekleşmiştir; tıpkı 11 Eylül 1973 Şişli’deki gibi. 12 Eylül 1980 tarihinde Askeri Faşist Cunta yönetime el koyduğunda, Ankara’daki ABD büyükelçisinin Washington’a gönderdiği bir satırlık faksta şu mesaj yazılıdır: “Bizim çocuklar başardılar!”. Türk devletinin zayıflaması, bölgedeki ve dünyadaki emperyalist çıkarlarıyla çelişir, Türk devletine destekleri bu nedenle sürekli ve sistematiktir. Bu bağlamda demokratik güçlere, medyaya, ilerici dinamiklere yönelen bütün faşist baskılar emperyalistler tarafından her türlü desteği görmektedir. Dolayısıyla devrimci basın sistemli olarak baskıya maruz kaldığı için varlığını korumak ve devam ettirmek için ciddi bir direnç ve mücadele gücü göstermek zorunda kalıyor.
İsrail’in Filistin’e yönelik soykırım saldırıları, dünyanın büyük bir kısmını Siyonizm’in Nazi-faşist doğasını ve orada işlenen soykırımı tanımaya zorladı. Filistin’i destekleyen en büyük ve en kitlesel gösterilerden biri Türkiye’de, İstanbul’da gerçekleşti. Aynı zamanda “İsrail”in müttefiki olan Erdoğan hükümeti altında bu gösteriyi nasıl açıklıyorsunuz? Bu gösterinin içeriği neydi? Sonrasında ne oldu?
Evet, Siyonist-faşist saldırganlığı lanetlemek ve Filistin halkıyla dayanışmak için güçlü gösteriler, protestolar gerçekleşti. Bu hala devam ediyor. Filistin mücadelesi Türkiye devrimci hareketi için tarihsel olarak da güncel olarak da hem politik bakımdan hem de duygusal açıdan ortaklıklar, mücadele paylaşımları ve dayanışma köprülerinin çok köklü olduğu bir alanın ifadesi olmuştur. 1970’lerden itibaren Türkiyeli devrimciler ile Filistinli devrimciler arasında ilişkiler kurulmuştur. Filistin ulusal kurtuluş mücadelesi saflarında PKK ve Türkiyeli devrimci ve sosyalistler şehitler verdiler, İsrail zindanlarında tutsaklıklar yaşadılar. Eskiden Filistin Ulusal Kurtuluş mücadelesi El Fetih, Filistin Demokratik Cephesi, FHKC gibi sol-seküler güçlerin ağırlığını oluşturduğu devrimciler tarafından yürütülüyordu. Bu direniş dönemlerinde genel olarak politik İslamcıların özelde ise Türk politik İslamcılarının direnişe ilgisi söz konusu olmamıştır. Özetle söylemek gerekirse Filistin özgürlük mücadelesi daima devrimcilerin davası olagelmiştir. Oslo barış görüşmelerinde emperyalizmin uşaklığını kabul ederek direnişin satılmasını, Arafat önderliğindeki El Fetih’in ihanetini hatırlayalım. Ardından revizyonist sahte sosyalizmin yıkılışıyla oluşan konjonktürde gelişen tasfiyeci dalgayla direniş içindeki sol-sosyalist güçlerin zayıflayıp etkisizleşmesi gündeme geldi. Tam bu momentte “eli taşlı küçük generalle diye bilinen Filistin çocukları, gençleri ve halkı Siyonist rejimle yapayalnız bırakıldı ve bu boşluğu Filistin İslami direniş hareketi HAMAS doldurdu. Bu aynı zamanda Afganistan sonrası dünyada yükselen politik İslamcı dalgaya da paraleldir. Genel olarak politik İslam’ın ve özelde Türk İslamcılarının Filistin’e ilgilerini derinleştirdikleri süreç böyle tanımlanabilir. Aynı Müslüman Kardeşler veya diğer politik İslamcı akımları destekledikleri gibi Filistin’deki İslami akımlarla da güçlü bağlar geliştirdiler. Ne var ki hep yine ikiyüzlü ve sahtekarca olmuştur tutumları. İsrail Siyonist devletiyle ekonomik, ticari, siyasi ve askeri hiçbir anlaşma, ilişki ve iş birliği askıya alınmaksızın tam kapasiteyle sürdürüldü. Bu durum 7 ayı geçen son soykırım saldırısı için de geçerlidir. Jet yakıtlarından çelik ve stratejik savaş araçları üretiminde kullanılan ürünlere dek ticaret kapasitesi artarak devam etti. Önce “ilişkileri kestik” diyerek yalan söylediler halka. İsrail Siyonizm’inin Filistin halkını öldürmek için ihtiyaç duyduğu ürünleri satmaya devam ediyorlar. Erdoğan’da somutlaşan Türk devleti emperyalizmin uşağıdır. İktidardaki Erdoğan önderliğindeki AKP hükümeti politik İslamcıların mayasında bulunan kar, çıkar, yalan ve pragmatizmin vücut bulmuş halidir. Buradan devam edecek olursak Türkiye’de İşgalci İsrail devletinin Gazze’ye yönelik soykırım saldırılarına karşı halkın büyük bir öfke ve karşı koyuşu vardır. Ancak bahsini ettiğiniz AKP tarafından İstanbul’da organize edilen büyük miting, Gazze işgaline karşı gelişen öfke ve tepkiyi tam da kendi egemenlik çıkarları açısından kullandığı bir miting olmuştur. Nitekim mitingin yapıldığı dönem aynı zamanda Türkiye’de 31 Mart yerel yönetim seçimlerinin olacağı tarihin öngünleriydi. Miting, görece güç kaybetmeye başlayan AKP/MHP siyasal iktidarının aynı zamanda kendi kitlesini konsolide etme gayreti ile birlikte Gazze işgalini, Filistin halkının yaşadığı soykırımı bir seçim malzemesi olarak kullanmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir. Öyle ki en büyük mitinglerden birini organize etmekle övünen AKP siyasal iktidarı, halen devam eden İsrail ile ticaret ilişkilerinin yanı sıra, İsrail işgaline karşı gelişen birçok eyleme de devletin kolluk güçleri aracılığı ile saldırmış ve bu eylemlerde gözaltına alınan birçok kişiyi tutuklamıştır. Bu örnekler dahi AKP siyasal iktidarının Gazze işgalindeki iki yüzlü ve çıkarcı tavrını gözler önüne sermektedir.
Türkiye’de Sınıf Mücadelesi
Türkiye’de en zengin yüzde 1’lik kesim gayri safi yurtiçi hasılanın yüzde 40’ını elinde tutarken, yoksulluk oranı yüzde 24, hatta daha fazla. Türkiye’de egemen sınıf kendini nasıl ifade ediyor? Temel özellikleri nelerdir? İşçi hareketinin, işçilerin, halk hareketinin durumu nedir?
Sözünü ettiğiniz istatistikler gerçek tabloyu, yani yoksulluk ve açlığı daha iyimser ve nispeten yumuşatarak ortaya koyan rakamlar. Yoksulların ve açların oranını yüzde 80’in üzerinde gösteren başka ve daha objektif analizler de mevcut. İşsizlikten, borç yüzünden, açlıktan ve umutsuzluktan kaynaklanan oldukça yaygın intiharlar ve trajik olaylar yoğunlaşmış durumda. İşçi ve emekçiler yaşamlarını normal olarak sürdürmekte zorlanıyorlar. Çalıştıkları halde, emekli oldukları halde açlıkla yüz yüze bulunuyorlar. İşsizlik devasa boyutlarda, bilhassa gençlerde yüzde 40’lara ulaşıyor rakamlar.
Hali hazırda Türkiye’nin enflasyon verileri dahi ekonomik gerçeği gözler önüne sermektedir. Devletin resmi istatistik kurumu TÜİK verilerine göre Mayıs 2024 enflasyon oranı yüzde 75,45 olarak açıklandı. Hemen şunu belirtelim ki TÜİK verileri gerçek enflasyon oranları değildir. TÜİK, ekonomik krizi gölgelemek adına oynadığı verilerle bu sonuca ulaşıyor. Öte yandan aynı döneme dair bağımsız akademisyenler ve ekonomistler tarafından oluşturulan ENAG (Enflasyon Araştırma Grubu)’a göre Mayıs 2024 enflasyon oranı yüzde 120,66 olarak açıklanmıştır. Buna rağmen TÜİK’in oynanmış verilerle açıkladığı enflasyon oranı esas alınsa dahi Türkiye, enflasyon sıralamasında dünya dördüncüsü durumundadır. Bununla birlikte alım gücünün düşük, asgari ücretin açlık sınırının altında olduğu bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Dört kişilik bir aile baz alındığında açlık sınırının 20 bin 98 lira olduğu Türkiye’de DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfedarasyonu)’in açıkladığı sayıya göre çalışan nüfusun yüzde 50’sini net 17 bin 2 TL alan asgari ücretli çalışanların oluşturduğu göz önüne alındığında söylediğimiz tablo daha anlaşılır olmaktadır.
Neo-liberal iktisadi talan politikaları sonucu son yıllarda derinleşen ve düzeleceğine dair umut veren bir anlatının bile üretilemediği bir ekonomik kriz ve çöküntü tablosuyla yüz yüze bulunuyor ülke. Emperyalist kapitalizmin konjonktürel krizine paralel derinleşen ve çıkış emareleri görünmeyen bu tablonun ülkemiz işçi sınıfı ve halkımız için sonuçları oldukça yıkıcı ve giderek daha sarsıcı hale bürünüyor. Ekonomik önlemler ve mali disiplinle güzel günler vaadinin arkasına gizlenmeye çalışan egemenlerin tek çözümü daha ağır vergiler ve emek gücünün maliyet yükünü kendileri açısından hafifleten önlemler. Dünya bankası ve İMF ile yapılan borç anlaşmaları da onlara başka seçenek bırakmıyor. Bu ekonomik bakımdan yoksullara uygulanan acımasız bir terör anlamına geliyor ve bir bakıma çaresizler. Bu ekonomik tabloya karşı işçi ve emekçilerin neredeyse bütün alanlarda tepkileri ve mücadeleleri söz konusu. Daha çok kendiliğinden, örgütsüz ve ani tepkiler ve birbirinden yalıtık lokal direniş ve grevler gündeme geliyor. İşçi sendikaları, büyük ölçüde faşist rejimin ideolojik, politik ve idari kontrolünde faşist sendikalar durumundalar ve büyük oranda sarı-işbirlikçi bürokratik yapılar halindedirler. Bununla birlikte bir yandan faşizmin sendikal mücadeleye olan saldırıları ve özel olarak da 1980 Askeri Faşist Cuntası’nın saldırıları, diğer yandan bahsini ettiğimiz sarı-bürokrat sendikal anlayışın sınıf işbirlikçi politikaları sonucunda Türkiye’de işçi sınıfı içinde sendikal çalışmaların gerilediği bir dönem yaşanıyor. Şöyle bir örnek verecek olursak, devrimci hareketin en faal olduğu dönem olan 1970’li yılların sonunda Türkiye’deki sendikalı işçi sayısı 5 milyon 700 bin ile sendikalaşma oranı yüzde 60’lar civarında iken, 2024 yılında bu oran 2 milyon 485 bin ile yüzde 15 olmuştur. Özellikle 1980 Askeri Faşist Cunta sonrası 1981 yılında çıkarılan Sendikalar Yasası ile sendikal çalışmalara yönelik yoğun baskılar uygulanmıştır. Faşizmin hali hazırda devam eden ve örgütlülüğü hedefleyen saldırılardan payını alan sendikal faaliyetler aynı zamanda toplumsal hareketin de gerilemesine paralel bir seyir izlemiştir.
Ancak son 8 yıldır yaşanan ve askeri diktatörlüklerle kıyaslanabilecek ölçüdeki faşist baskının gerilettiği işçi ve halk hareketinin gelişim seyrinde, bu sürecin arefesinde olunduğunun bütün alametleri görünüyor. Bunun bir işçi ve halk kitle hareketi olarak gelişmesinin, bu dalgaya yaslanarak öncülük edecek devrimci güçlerin hem kendilerini bir devrimci özne olarak hem de hareketi daha sağlam örgütsel kurumsal bir forma ulaştırmalarının imkanları kesinlikle mevcuttur.
Kapitalizmin krizinin dünya çapında yoğunlaşması, baskı ve karşı ayaklanma stratejilerinde artışa yol açmıştır. İçimizdeki düşman kavramı güçleniyor. Peki ya insan hakları, temel haklar? Türkiye’de kaç siyasi mahkûm var? Türk hapishaneleri vahşet ve barbarlıklarıyla biliniyor.
Emperyalist kapitalizmin krizi ve hegemonya-güç dalaşı keskinleşiyor ve bu öyle keskinleşti ki şimdiden 3.Dünya savaşından veya bunun yakın bir tehlike olduğundan söz ediliyor. Suriye ve Filistin’de yaşanan tablonun benzerlerini dünyanın emperyalist hegemonya çatışmasına dahil olan pek çok bölgesinde ve ülkesinde görmek sadece an ve zaman meselesi. Buna karşı isyanlar, anti-sömürgeci mücadeleler ve emperyalizmi ve yerli egemenleri hedefleyen büyük sosyal-sınıfsal hareketlerin meydana gelmesinin tarihsel, siyasal ve toplumsal şartları giderek olgunlaşıyor. Türkiye Asya’nın, Avrupa ve Ortadoğu’nun kesiştiği bir alan olarak zaten bu bakımdan mücadele ve isyan dinamikleri oldukça güçlü bir yer. Son 50 yıldır kesintisiz süren ve bastırılamayan örgütlü, silahlı bir devrim ve sosyalizm mücadelesi söz konusu. Zaman zaman gerileme bile bu damar canlılığını hiç yitirmedi. Son 40 senedir Kürt ulusal güçleri dünyanın en çetin gerilla savaşlarından birini yürütüyor Türk devletine ve ordusuna karşı. Sürekli yıkılma ve bölünüp parçalanma paranoyası ve korkusu içinde şekillenen devlet güçleri açısından sözü edilen insan hakları, hukuk, demokratik değerler veya burjuva hukuk normları hiçbir anlam ifade etmiyor ve tam da sorunuzdaki gibi Nazi hukukçusu Carl Schmidt’in kavramlaştırıp faşist devlet hukukunun bir parçası olarak meşrulaştırılan düşman hukuku(!) belirleyici norma dönüşüyor. Ülkemizde yaşanan da budur. 10 binin üzerinde ilerici, Kürt yurtsever, devrimci ve komünist, zindanlarda tutsak bulunuyor. Ayrıca rejimin kendi iç çatışması sonucu hapse attığı 20 bin Erdoğan muhalifi, hapiste tutuluyor. Türkiye hapishanelerinde tutuklu sayısı sürekli arttığı için tam bir rakam vermek oldukça zordur. En son 1 Mayıs gibi yasal bir gösteri ve Filistin ile dayanışma eylemine katıldıkları için 77 kişi tutuklandı.
Türkiye hapishanelerinin barbarlıklarıyla meşhur olduğunun bilindiğinden bahsettiniz. Bu barbarlık sadece hapishanelere özgü değil TC devletinin faşist karakterinin barbarlığıdır. Bu barbarlık toplumsal, siyasal yaşamın her anında işçi sınıfı ve geniş halk yığınlarının karşılaştığı barbarlığın hapishanelerdeki yansımasıdır. Nihayetinde hapishaneler devletin baskı aygıtlarından birisidir. Bu anlamda bir yandan topluma gözdağı vermek, diğer yandan ise toplumsal, sınıfsal mücadelenin en ileri unsurlarını teslim almak, tecrit etmek için kullandığı araçlardan birisidir. Tutsak ettiği ilerici-devrimci ve komünistlere uyguladığı politikalar Osmanlı devletinin zindan kültüründen miras alınan ve uygulanmaya devam eden barbarlıktır.
Bertolt Brecht’in ifade ettiği gibi, “bir ülkede demokrasi arıyorsanız o ülkenin hapishanelerine ve mezarlıklarına bakmanız yeterlidir.” Egemen sınıfların Türkiye hapishanelerindeki politikalarına, saldırılarına, kısaca barbarlıklarına baktığınızda uygulanan faşist politikaların en koyu hallerinden birisini görmek mümkündür. Öncesi de benzer olmak üzere, 1980 yılında gerçekleşen Askeri Faşist Cunta sonrası 650 bin kişi gözaltına alındı, 230 bin kişi askeri mahkemelerde yargılanarak binlerce insan hapishanelerde tutsak edildi. Bu süreçte 171 kişi işkence sonucu, 48 kişi ise idam edilerek toplamda 300 kişi katledildi. Bu Türkiye tarihinin sadece bir kesitidir. 1980’den bu yana hapishanelerde değişen hiçbir şey yoktur. En küçük bir toplumsal muhalefetin öznelerinin dahi hapishanelerde tutsak edildiği bir süreç yaşamaya devam ediyoruz.
Türkiye hapishaneler tarihi aynı zamanda katliamlar tarihidir. 1980 sonrası Buca, Ümraniye, Ulucanlar, Diyarbakır hapishanelerinde devlet devrimci, komünist ve yurtseverlere yönelik çeşitli tarihlerde katliamlar gerçekleştirmiştir. Bu katliamlarda 27 devrimci tutsak katledilmiştir. Yine 19-22 Aralık 2000 tarihinde hapishaneler tarihinin en büyük katliamlarından biri yaşanmıştır. Bu katliamda 20 hapishaneye eş zamanlı gerçekleşen saldırılarda 28 devrimci tutsak kimyasal gazlar da dahil olmak üzere çeşitli silahlarla katledilmiştir. Bugün de hapishanelerde uygulanan işkencelerle devrimci, komünist ve yurtseverlere yönelik katletme politikası devam etmektedir. Ancak egemenler cephesinde katliamlar tarihi olan hapishaneler tarihi devrimci, komünist ve yurtseverler açısından ise bu katliamlara ve teslim alma politikalarına karşı direnişler tarihidir. Gerek fiziki gerekse de ideolojik olarak devletin yok etme, teslim alma politikalarına karşı hapishanelerde direniş hiçbir zaman eksik olmamış, Açlık Grevleri, Ölüm Oruçları da dahil olmak üzere çeşitli direniş biçimleri ile ödenen bedellere rağmen bu saldırılara karşı direniş geleneği devam etmektedir. Bugüne kadar 1982, 1984, 1996 ve 2000-2007, 2020 yıllarında hapishanelerde uygulanan saldırılara karşı gerçekleşen Açlık Grevi ve Ölüm Orucu direnişlerinde 150’ye yakın devrimci-komünist ve yurtsever tutsak ölümsüzleşmiştir. Bugün de devletin Y, S ve R tipi diye adlandırdığı tecrit ve treadmanın daha ağır uygulanmaya başlanacağı hapishanelere karşı çeşitli hapishanelerde Açlık Grevleri ve Ölüm Orucu eylemleri devam etmektedir.
Devlet günümüzde de devrimci tutsakları sadece katliamla değil, aile ve avukat görüşleri, telefon ve mektup yasakları gibi uygulamaları da içinde barındıran tecrit ve treadman saldırıları ile kişiliksizleştirme, devrimci değerlere yabancılaştırma ve egemen sınıfların sisteminin devamı için tehlike olmaktan çıkarmaya yönelik politikalarla teslim almayı amaçlamaktadır. İçeride tutsaklara yönelik bu politikalar uygulanırken, dışarıda ise tutsak evlatlarına para yatırdıkları için tutsak yakınları tutuklanmaktadır. Kısaca Türkiye’de egemen sınıfların hapishaneler politikaları, Osmanlı’dan günümüze baskı ve zorun en yalın haliyle uygulandığı alanlar olarak, evet barbarlığıyla nam salmıştır.
Tabi ki Türk egemen sınıfların barbar politikalarının, uygulamalarının yaşam bulduğu alanlar sadece hapishanelerle sınırlı değildir. Faşist sistemin doğası gereği yaşamın hemen her alanında bu barbarlığın, katliamların izini görmek mümkündür ve halen devam etmektedir. Türkiye aynı zamanda devrimci, komünist, yurtsever ve muhalif aydın-sanatçıların faili meçhul denilen, ancak bizzat devlet eliyle, devlet organizasyonuyla katledilerek kaybedildiği bir coğrafyadır. Bu anlamda Arjantin’de gözaltında kayıp yakınlarını aramak için on yıllardır mücadele yürüten Plaza De Mayo annelerinin direnişinden esinlenerek Türkiye’de de Cumartesi Anneleri her cumartesi çeşitli eylemlerle, katledilerek kaybedilen evlatlarını aramak için direnmektedir. 1995 yılından beri devam eden Cumartesi Annelerinin eylemi 1000 haftayı geride bıraktı. 1000 haftadır her türlü baskı, işkence, tutuklama ve yasaklara rağmen kayıplarını aramaktan vazgeçmeyen Cumartesi Annelerinin eylemi Türkiye’de en uzun soluklu eylem olarak da tarihe geçmiştir.
Bununla birlikte yine bu barbarlığın en koyu hali ile yaşandığı mücadele alanı olan gerilla mücadelesine karşı da faşist devlet, n sergilediği kirli mücadele yöntemleriyle yaşanmaktadır. Türkiye’de 1970’li yılların başından bu yana sınıfsal ve ulusal kurtuluş mücadelesi çerçevesinde kesintisiz bir gerilla mücadelesi yürütülmektedir. TKP/ML’nin de aralarında olduğu çeşitli devrimci ve ulusal kurtuluş mücadelesi yürüten örgütlerin bu savaşımı halka umut verirken, devletin ise korkulu rüyası olmaktadır. Bu nedenle gerilla savaşına karşı en vahşi, en barbar ve insanlık dışı uygulamalarla saldırmakta, kimyasal silahları da kullanarak gerillaları katletmektedir. Destek veren sivillere yönelik de baskı, işkence ve katletme politikaları uygulayan devlet binlerce kişiyi devrimci mücadeleye destek verdikleri için hapishanelere atmaktadır. Amacı kendi egemenlik sisteminin devamına karşı tehlike olarak gördüğü bu mücadeleyi engellemektir. Ancak tüm bu saldırılara karşı yaklaşık 50 yıldır devrimci mücadeleye paralel olarak devam eden gerilla mücadelesini bitiremedi. Bitiremeyecek de.
Partizan Şehit ve Tutsak Aileleri web sayfası: https://www.psta-online5.net
Türkiye, Avrupa ile Ortadoğu arasındaki uyuşturucu ticaretinde köprü konumundadır. Mafya ve organize suçlar da güçlü bir şekilde temsil edilmektedir. Organize suç ve uyuşturucu kaçakçılığı, Kolombiya ve Nikaragua’da olduğu gibi karşı devrimci paramiliter çetelerin oluşumuna sıklıkla kaynaklık etmiştir. Türk mafyası, organize suçlar ve devletin baskıcı önlemleri arasındaki ilişki nedir?
Aslında siz Latin Amerikalı dostlarımız bu ilişkiyi çok iyi biliyorsunuz. Denklem çok açık. Yoksulluğun, sınıfsal ve siyasi çelişkilerin, iç savaş ve isyanların yaşandığı bütün ülkeler emperyalistlerin bilgisi ve denetimi çerçevesinde, yerli egemen güçler ve devletler tarafından teşvik edilip desteklenen kriminal çetelerin etkinlik kurduğu alanlar oluyor. Nikaragua, Meksika, Kolombiya, Venezuela, Türkiye… Bu hiç değişmeyen bir denklem. Bu kriminal çeteler üzerinden sağlanan ve devletin kimi özel şiddet aygıtlarınca yönlendirilip siyaseten korunan bu organizasyonlar üzerinden hem karşı-devrimci savaşın finansmanı yaratılıyor hem de bu çeteler ihtiyaç durumunda halka ve devrimci güçlere karşı devletlerin her zaman rahatlıkla yapamayacakları özel operasyon için bir araç işlevi görüyorlar.
Bir süredir yeni bir dünya ya da emperyalist düzen için emperyalistler arası bir savaş yaşanıyor. Bir tarafta ABD, NATO ve Avrupa Birliği, diğer tarafta ise Çin ve Rusya yer almaktadır. Ukrayna’daki savaş ve daha önce de belirttiğimiz gibi Filistin halkının ve Kürt halkının soykırımı tüm hızıyla devam ediyor. Afrika’da Avrupa karşıtlığı, Fransız karşıtlığı ya da sömürge karşıtlığı yeniden alevlendi. Tüm bunlar Türkiye’nin iç siyasetini, yönetici sınıfı ve işçi sınıfını nasıl etkiliyor?
Ukrayna ve Suriye üzerinden yaşanan emperyalist ülkeler ve bloklar arasındaki hegemonya mücadelesini şimdilik emperyalistler arasındaki bir savaş olarak tanımlamak için erken. Şimdilik savaş, vekalet verilen güçler üzerinden yürütülüyor. Bunun uzun süre boyunca sürdürülebilme veya yönetilebilme imkanları oldukça sınırlı görünüyor. Şimdilik emperyalist haydutlar ve bloklar arasındaki bir yıpratma, çevreleme, kuşatma, güç yoklaması ve güçten düşürme, kendi bloğunu sınama ve sağlamlaştırma, askeri sınırlarını ve sonuçlarını test etme, ekonomik sonuçlar… Tüm bu saydıklarımız ekseninde olası bir yeni dünya emperyalist güç dengesine ya da emperyalist hegemonya için artık kaçınılmaz gördükleri yıkıcı bir savaşa karar verecekleri bir dönemden, böylesi bir politik konjonktürden söz etmek daha doğru olur diye düşünüyoruz. Afrika’da gündeme gelen Fransız emperyalizmine karşı gelişmeler de bu hegemonya mücadelesinin bir yansıması olarak görülmek zorunda. Özellikle yeni sosyal emperyalist Çin’in Afrika kıtasındaki siyasal ve ekonomik etkisiyle bu türden anti-batıcı eğilimlerin daha da artacağını şimdiden öngörebiliriz. Aslında fırtınanın esas kopacağı kıta olarak Asya’yı, Tayvan, Filipinler ve buralardaki olası çatışmaların yaratacağı durumu da unutmamak gerekiyor. Süreci bütün olasılıkları, emperyalist bir savaş durumu da dahil içeren gerilimli bir kriz süreci olarak tanımlamak mümkün. Türkiye’de egemenler cephesi ve özellikle Erdoğan kliği her ne kadar Rusya ile iş birliği ve yakın çalışma perspektifinde bulunsa ve son yıllarda bunu pragmatik bir denge politikası haline getirse de olası bir kesin kamplaşma ve çatışmada Türk devletinin yeri ABD ve NATO cephesidir. Kuşkusuz ki bir yandan ekonomik kriz içinde zorlanırken diğer yandan sahip oldukları Kürt meselesi gibi devasa sorunlar nedeniyle olası bir çatışma-savaş veya şiddetli kriz durumunda devletin varlığıyla ilgili derin kaygılar duyuyorlar. Türkiye işçi sınıfı ve halkı şimdilik emperyalist kapitalizmin krizinin kendisine yansıyan ekonomik çöküntü kısmıyla karşı karşıya ve henüz olası topyekûn bir çatışmanın kendisi açısından sonuçlarının farkında değil. Komünist ve devrimcilerin, anti-emperyalist ilerici güçlerin bu mesele üzerinde yoğunlaşması gibi önemli bir siyasi sorumlulukla yükümlü olduğu aşikâr.
Son olarak Türkiye, Kürt güçlerine saldırma bahanesiyle Suriye ve Irak’ta bombalı saldırılar gerçekleştirmiştir. Suriye’yi işgal etti ve önemli miktarda kaynak çaldı. Erdoğan’ın askeri politikası yeni emperyalist düzen kavramına nasıl uyuyor?
Erdoğan’ın askeri politikası aslında Türk egemenlerinin stratejik Kürdistan ve bölge politikalarının uzantısıdır. Kürt coğrafyasını ilhak eden, Kürt ulusunun bırakalım kendi kaderini tayin hakkını en ufak demokratik hak kırıntılarına dahi tahammülü olmayan, uzun süre Kürtlerin varlığını bile reddeden bir Türk devlet egemenliğinden, faşist-ırkçı devlet felsefesinden söz ediyoruz.
Suriye krizini fırsat bilerek anti-Amerikancı Esat-Baas rejimini İslami çetelere verdikleri destek üzerinden tasfiyeyi amaçlayan ABD-Avrupa emperyal bloku Kürt ulusalcılarıyla taktik ve zorunlu bir ittifak geliştirdi. Başını ABD emperyalizminin çektiği emperyalistler bir taraftan Türk devletiyle Esat’a karşı İslamcı güçleri örgütlerken, diğer taraftan bu bölgedeki Kürt güçleriyle ilişkiler geliştirdiler. Türk devletinin statü kazanmaları ve ulusal haklarına tahammül dahi edemediği Rojava Kürtleriyle emperyalistlerin kurduğu ilişki Türk egemenlerini daima rahatsız etti. Bu nedenle ABD efendileriyle gerilimler yaşayıp, fırsatını bulduklarında ve Rusya-ABD arasındaki dengeleri hesaplayarak uygun anlarda Kürtlerin topraklarına ve Kürtlerin denetimlerindeki bölgelere işgaller gerçekleştirdi. ABD emperyalizmi bölgesel planları, Kürtlerle kurduğu taktik yerel iş birliği ve Türk devletinin kendileri açısından vazgeçilmez stratejik önemi nedeniyle yapılan işgallere kontrollü ve sınırlı biçimde yeşil ışık yakıp, imkân tanıdı. Burada Türk devletinin uluslararası hassas denge ve çelişkilerden fırsatçı şekilde yararlandığını söyleyebiliriz. Bu durum uygun koşulları yarattığında (ABD-Rusya dengesi) işgal saldırılarının süreceğini öngörmek gerekiyor. Şimdilik Rusya Ukrayna’daki NATO’cu tutumu ve Suriye rejimiyle kendi ilişkilerinin hassasiyeti nedeniyle Türk devletine bu fırsatı sunmuyor diyebiliriz. Türk devletinin işgalci saldırısı Irak Kürdistanı için de geçerlidir. PKK gerillasını ve bölgedeki etkinliğini tasfiye, en azından gerillayı ve savaşı nihai olarak Türkiye Kürdistanı sınırlarının dışına püskürtme stratejisinin bir yansıması olarak Irak Kürdistanı’ın genişçe bir bölümünde askeri üsler kurmuş ve işgal etmiş bulunuyor. Zaman zaman ABD çıkarlarıyla çelişse ve gerilim nedeni olsa da Türk devletinin askeri harekatının ABD çıkarlarına radikal bir karşıtlık oluşturduğunu söyleyemeyiz.
Partizan Dergisi Hakkında
Partizan dergisi ilk olarak ne zaman yayınlanmaya başladı? Amacı nedir?
Partizan, siyasi-teorik bir dergi olarak 1978 yılında yayın hayatına başladı.12 Eylül Askeri Faşist Cuntası’na kadar legal olarak yayınlandı. Sonra 1992 Temmuz ayından beri yine teorik-politik bir dergi olarak yayınlanıyor. Partizan dergisi Marksist-Leninist-Maoist (MLM) ideolojik-politik çizginin ülkemizdeki yayın organıdır. MLM ideolojik çizginin ülkemizdeki temsilcisi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın ideolojik-teorik çizgisini yayın politikasında kendisine referans almıştır. 1978 yılından bu yana periyodik olarak 124 sayı ve 27 adet ise Özel Sayı olarak yayınlandı ve hala çeşitli periyodlarla yayınlanmaya devam ediyor.
Partizan Dergisi yayın çalışmalarını Türkiye’de Umut Yayımcılık bünyesinde sürdürüyor. Umut Yayımcılık, bünyesinde Partizan Dergisi’ni de barındıran ve Kaypakkaya çizgisinde 15 günlük Yeni Demokrasi Gazetesi, Yeni Demokrat Gençlik dergisi, Yeni Demokrat Kadın Dergisi ile kitap ve broşür çıkararak geniş yelpazede faaliyet gösteriyor. Yine işçi-emekçi alanı ve şehit ve tutsak ailelerine yönelik de dönemsel olarak çıkardığı bültenlerle bu alanlarda örgütlenme çalışması yürütüyor. Umut Yayımcılık, bünyesinde çıkardığı dergi, gazete, kitap, broşür ve bültenlerle Demokratik Halk Devrimi, Sosyalizm ve Komünizm doğrultusunda işçi sınıfı ve geniş halk kitlelerine yönelik bir ajitasyon/propaganda ve örgütlenme aracıdır.
Buraya kadar say
saydıklarımız yazılı basındır. Bununla birlikte Partizan çizgisinde yayın yapan görsel medyamız da mevcuttur. Partizan Medya olarak Youtube ve çeşitli sosyal medya platformlarında devrimci propagandanın sesi olan medya çalışmalarımız devam etmektedir. Partizan Medya Dünya ve Türkiye’de güncel gelişmelerden derlenen haftalık haber bülteni içeriğinde yayınlar yaptığı gibi, devrimci içerikli belgesel, film, sinevizyon, müzik gibi yayınlar da yapmaktadır. Yeri gelmişken belirtelim. Yayınladığı belgesellerin içerisinde TKP/ML’ye bağlı TİKKO (Türkiye İşçi Köylü Ordusu) gerillaları tarafından hazırlanan (Senaryosu, çekimi, mizanpajı vb teknik hazırlıklarının tamamı gerillalar tarafından yapılan) “Gerilla Dört Mevsim” belgeseli yayınlanmıştır. Bu belgesel gerilla yaşamından kesitlerin anlatıldığı bir belgeseldir. Belgeseli izlemek isteyenler için linkini de paylaşıyoruz. Belgesel Partizan Medya tarafından İngilizce, Fransızca, Almanca, Yunanca dillerine de çevrilerek yayınlanmıştır. Ayrıca Çince ve İspanyolca çevirileri de bizim dışımızda yapılmıştır.
Umut yayimcilik: https://umutyayimcilik1.com
Yeni Demokrasi Gazetesi: https://www.yenidemokrasi34.net/
Partizan Arşiv: https://partizanarsiv8.net
Partizan Medya: https://www.partizanmedya13.net
Partizan Müzik YouTube: https://www.youtube.com/c/PartizanMüzik
Yeni Demokrat Gençlik: https://www.ydgenclik17.net
Yeni Demokrat Kadın: https://www.yenidemokratkadin12.com/
English: guerrilla-four-seasons-video.html
Türkiye’de pek çok başka alternatif medya da var. Partizan’ı diğer medyadan farklı kılan nedir?
Bu sorunuza kısaca Partizan’ın yazılı ve görsel basın alanındaki çalışmalarının diğer ilerici-devrimci ve demokrat nitelikteki medyadan farkının; komünizmin, Kaypakkaya çizgisinin medyası olması diye yanıt verebiliriz.
Baskı altında tutulan pek çok medya var ama Partizan’a daha özel bir baskı olduğunu görüyoruz. Bunun nedenini açıklayabilir misiniz? Gazetecilik yapmak, Partizan’ı faşist bir bağlamda sürdürmek zor mu? Bunu nasıl başarıyorsunuz? Sadece enformasyon alanında değil, aynı zamanda somut ve doğrudan mücadele içinde nasıl sürdürüyorsunuz?
Aslında devletin baskıları ve tutuklama-cezalandırma terörü yalnızca Partizan basın çalışanlarına veya taraftarlarına yönelmiyor. Bu faşist ve baskıcı devlete boyun eğmeyen, sözünü ve eylemini sakınmayan, onun suçlarını ve adaletsizliğini teşhir eden, itiraz eden, isyana-mücadeleye ve örgütlenmeye çalışan herkes bu saldırılardan payına düşeni alıyor. En şiddetli saldırılar en fazla direnen ve uzlaşmayan, sisteme biat etmeyen diri devrimci kesimlere yöneliyor ve Partizan kuşkusuz bunların başında geliyor. Bu saldırılardan fazlasıyla nasibini almış bir çizgiyi temsil ediyor Partizan. Öyle ki, defalarca kapatılan ve isim değiştirmek zorunda kalan ama her seferinde kitlelere devrimin propagandasını yapmayı görev edinen bir anlayışın/geleneğin devrimci iddiasıdır Partizan’ı bu günlere getiren. Yukarıda da bahsettik, Partizan dergisinin yanı sıra Umut yayımcılık bünyesinde bugüne kadar bu saldırılardan fazlasıyla nasibini almış birçok devrimci gazete yayınlandı. Yeni Demokrasi, Özgür Gelecek, İşçi-Köylü gazeteleri birçok kez baskı ve yasaklamalara, kapatmalara maruz kaldı. Ancak siyasal çizginin perspektifleri doğrultusunda farklı isimlerle de olsa aynı devrimci içerikle kitlelerle buluşmasını bildi. Bununla birlikte çalışanları defalarca gözaltına alınan, işkencelere maruz kalan, yazı işleri müdürleri yüz yılları bulan hapis cezalarıyla karşı karşıya kalan, tutuklanan bir devrimci gazetecilikten bahsediyoruz. Bütün faşist saldırılara rağmen devrimci basın faaliyetini sürdürmenin başarı anahtarı devrimci iddia ve devrimci bilinçtir diyebiliriz.
Bugün Partizan dışında değişik devrimci çevrelerden onlarca gazeteci, basın çalışanı ve emekçisi hapishanede tutsak, ceza aldılar veya yargılanıyorlar. Bizim ülkemizde böylesi inatçı, boyun eğmez ve militan bir basın geleneği yaratılmış durumda. Dergi ve yayınları legal çıkarabilmek için yazarlar, yazı işleri müdürleri, matbaacılar vs. yüzlerce yılı bulan cezalarla karşı karşıya kaldılar, uzun yıllar hapis yattılar, suikastlara uğradılar. Bu saldırılar faşist devletin tarihi içinde her zaman olan saldırılar ve halen de sürüyor. Ama bu alanın meşruiyeti dişimizle, tırnağımızla, ödenen ağır bedellerle hep savunuldu, korundu ve faşizme boyun eğilmedi. Bu kazanımların tek sırrı bu olsa gerek; direnmek, emek vermek ve bedel ödemekten çekinmeden doğru bilinen yolu yürümeyi sürdürmek!
Partizan’ın dahil olduğu alternatif bir medya ağı var mı?
Türkiye’de kendisini sosyalist olarak değerlendiren çok fazla medya organı mevcut. Basın-yayın ya da genel bir tanımlamayla sosyalist, devrimci medya alanında baskılar karşısında zaman zaman ortak platformlar ve ortak eylem ve açıklamalar yapılsa da düzenli ve sistematik bir platformdan bahsetmek mümkün değil. Türkiye’de devrimci çizgide yayın yapan kurumların dönem dönem oluşturdukları çeşitli platformlar olmuştur. Özellikle 90’lı yıllarda çeşitli gündemlere müdahil olmak amaçlı ortak faaliyetlerin örgütlendiği platformlardır bunlar. Ancak sistemli ve düzenli değildir. Bununla birlikte devletin devrimci/muhalif basın üzerinde uyguladığı faşist baskı ve uygulamalara karşı da çeşitli birliktelikler oluşmaktadır.
Türkiye’de, Ortadoğu’da olup bitenler, Latin Amerika da dahil olmak üzere dünyanın yoksul halkları için de son derece önemlidir. (İlginçtir, Nicolás Maduro (21. yüzyılın sosyalisti) hükümeti Erdoğan ile ilişkilerini güçlendirmiştir. Hatta Erdoğan, Rojava’da Kürt halkına yönelik en büyük baskı ve askeri saldırı sırasında Venezüella’daydı). Latin Amerika alternatif medyası ile çalışmanın önemli olduğunu düşünüyor musunuz ve Partizan’ın İspanyolca ya da Portekizce bir versiyonunun olması ihtimalini görüyor musunuz?
Dünyanın farklı coğrafyalarındaki alternatif medya ile ilişkiler kurmak bizim açımızdan önemli ve değerlidir. Özellikle sınıf mücadelesinin gelişim dinamiklerinin yoğunlaştığı ülkelerin alternatif medyaları ile ilişkiler geliştirmek daha da önemlidir. Partizan dergisi sadece Türkiye devrim mücadelesinin sesi değil, aynı zamanda bu yayını şekillendiren komünist çizgi itibari ile Enternasyonal Komünist Hareketin de sesidir. Bu anlamda birçok enternasyonal devrimci yayın ile ilişkilerimiz bulunmaktadır. Diğer ülkelerdeki devrimci-komünist basın arasında bazı Latin Amerika ülkelerinde yayın yapan basın da mevcuttur. Bahsini ettiğimiz devrimci-komünist basınla ilişkilerimiz günceldir.
Ve çeşitli dönemlerde farklı ülkelerin devrimci-komünist basın ve yayın organlarında çıkan haber, makale vb. yazılar ile kimi kitapları Türkçe’ye çevirerek yayınladığımız gibi, dergimizde yayınlanan yazı, makale ve haberler ile yayınevimiz Umut Yayımcılık bünyesinde çıkan bazı kitaplar da İngilizce, Portekizce, Fransızca, İspanyolca dillerine çevrilerek yayınlanmaktadır. Özellikle Red Herald, La Cause du Peuple (Fransa), A Nova Democracia (Brezilya), Sınıf Yürüyüşü (Yunanistan) ortak enternasyonal mücadele ve karşılıklı dayanışma içinde olduğumuz bazı gazete ve dergilerdir.
Söyleşimizin sonuna geldiğimizi düşünüyor ve bize bu fırsatı verdiğiniz için bir kez daha teşekkür ediyoruz. Bu tür röportajların uluslararası devrimci ilişkilerin gelişmesi, birbirimizi tanıma ve uluslararası arenada kendimizi ifade etme fırsatı bulmamız açısından önemli olduğunu düşünüyoruz.